Kategori: BLOG YAZILARI

Home / BLOG YAZILARI
Tozlanıyor Gözlerim, Baktıkça İştahlarına
Yazı

Tozlanıyor Gözlerim, Baktıkça İştahlarına

Oturduğum sofraların, donatılmış mezelerin, içi sözde eşsiz lezzetlerle tıka basa dolu tabakların ya da jan janlı masalarda kristal kadehlerin yakın çekim resimlerini paylaşmam için beni vurmaları gerekir…

Ben bahçeden toplanmış al kirazın, misafirlere hevesle hazırlanmış acemi işi pastanın, çiçekli örtüler üzerinde ikram edilen ve eşsiz aile saadeti ile etrafında toplanılmış sıcak poğaçaların, ya da dost meclisinde şerefe kaldırılan kupaların, resimlerden taşan masumiyetinden bahsetmiyorum. Sahici samimiyeti kucaklayabilecek kadar öngörü, kalbimizde demlenerek yerini buldu, ömrümüzün vardığımız dönemecinde. (Ki ne kadar uğraşsak da öyle ham ki özümüz)… 

İşte bu doğal refleks ile dolaylı, dolaysız imalarla sergilenen gösterişin her türlüsünü reddettiğim gibi, zihnimize körlemesine ittiririlen ve sofranın mahremiyetini, yabancı gözlerin edepsiz iştahına sunan teşhirciliği de reddediyorum. Bu tür fotoğraflar paylaşılarak verilen mesaj her ne ise (tadını çıkardığım, keyifli bir hayatım var; böyle masalar donatacak kadar çok param var; zengin bir sosyal çevrem var, birlikte yer içer eğleniriz; ben gurmeyim, müthiş bir damak tadım var; çok seyahat ediyorum ve yöresel tadları atlamayacak kadar bilinçli bir gezginim; yalnızım zannetmeyin, kendime keyifli masalar kuruyorum ve bundan zevk alıyorum; eşim dostum çok, sohbet sofralarında çevrem kalabalık ve renkli; seçkin zevklerim ve şık masalar etrafında toplanan elit dostlarım var, vs.) yadırgıyorum. Doğrusu, bu çabaların “başka insanların ilgisini çekmeye muhtaç olma durumu” yaratan bir duygu yoksunluğundan kaynaklandığına inanıyorum… 

Şüphesiz ki hepimiz bir biçimde ilgi çekmeyi seviyoruz. Yaşantımızı, “başkaları ne der” üzerine kurguladığımız gibi sosyal medyada yaptığımız paylaşımların temelinde de, “ben buradayım ve varlığımın ispatı için kendimi beğeninize sunuyorum” dürtümüz var. Yüzleşmek zor olsa da yadsıyamayacağımız gerçeğimiz bu. Ancak yine de karşısındakini yanıltabildiği gafletine düşmeyen, gönlü yerde bir yolu yordamı olmalı bu bitmez benlik mücadelesinin…

Tarifsiz
Yazı

Tarifsiz

“Sen benim zaferlerimsin” dedi. Düğümlendi nefesim. Tarifsiz bir sevgiyle sarsıldım. Zaferleriymişim onun. Bilmiyordum…

Cin olmadan adam çarpmaya çalışanlara, dans rehberi
Yazı

Cin olmadan adam çarpmaya çalışanlara, dans rehberi

Beni dansa davet edenin, dans etmeyi bilmesi yetmez. Arjantin Tangosu bilmesi gerekir; hatta Latin danslarının tüm tarihçesini bilmesi gerekir ki Bolero’nun, Ça Ça’dan farkını anlayabilsin mesela. Ya da Salsa’nın diğerlerinden ne başkalığı var, özümseyebilsin. Hangisi salon dansı, hangisi halk dansı, gözü kapalı ayırt edebilmeli ki, ben birinden diğerine süzülürken, elleri boş kalmasın müziğin ortasında. Hem zordur karşımda kıvırırken, adımlarımı sayması, ahengime uyması. Tango, akıl ve duygu ilişkisi gerektirir ve bu ikisi arasında kusursuz bir koordinasyon. Demek istediğim, felsefesi vardır dansın; dolanır ayaklar birbirine, akışa karışmazsa ruh…

Hayatı boyunca kendisini ve yeteneklerini geliştirebilmek için azimle çalışmış olanların karşısına, kendi küçük dünyalarının, kurnaz adımları ile çıkanlar, müziğin ritmini duyamazlar. Oysa ritmi hissedebilenlerde, sağduyu vardır; kendileri ve çevreleri ile uyumları, gözalıcıdır; nezaketleri ve içsel bütünlükleri zorlamasızdır. Kendilerini bilmeyenler, ömür boyu ayak oyunları ile sahne almaya çalışırken, gerçek dansın zerafeti karşısında ezilip dururlar.

E hal böyle olunca, yetmez sadece üç beş çakal adım öğrenip, karşısına geçmek, özü kavramış olanların. Bilmelidir insan, kiminle dans ettiğini. Bilmelidir ki, kendisine saygın bir yer edinebilsin, bilenlerin arasında…

Hamle
Yazı

Hamle

Yönetişim, usta bir satranç oyuncusu olmayı gerektirir. Bu oyunda kendini bilmez piyonlar, vezirlerin gölgesinden dahi korkarak yaşamaya mahkumdurlar….

Ne sundun ki, ne bekliyorsun
Yazı

Ne sundun ki, ne bekliyorsun

İnsanlar tanıdım, mutsuz. Ne kadar gizleseler de hep mutsuz. İçlerinde büyüttükleri dikenli kaktüs kurumasın diye durmaksızın sularken gösterdikleri özeni, hayatları boyunca bir küçük karıncaya dahi göstermemiş olanlar tanıdım. Sevgiye hiç erememiş olanlar…

Onlar, saklayamadıkları hınç, kalplerinden sözcüklerine, yargılarına, sözde arkadaşlıklarına, isyanlarına, itirazlarına, başlarına geleni sorgulama biçimlerine açık veya gizlice yansıyanlar. Kendi kurumuş dallarının ucunu çentikleyerek mızrak yapıp, diğerlerinin meyvelerle dolu dallarına uzanarak, ağacı silkelemeye çalışanlar onlar; yükseldikleri ayak uçlarında her seferinde sendeleyip düşenler. Başkalarının hayatlarını gıpta ederek sinsice izlerken, öykünürken, kıskançlıkla kendi kadersizliklerine isyan ederken, aslında tam da ilahi dengenin devrede olduğunu kavramaktan aciz olanlar…

Ne acınası bir şuursuzluk. Ne zavallı bir tükeniş hali. Bir sormalı bakalım, “sen ne sundun hayata, karşılığında ne bekliyorsun?” diye. Dönüp tek bir defa bile yüzleşmişler midir acaba ahlaki ve vicdani değerleri ile. Bir kere olsa bile kendilerini güvenli limanlara demirlemeksizin, uğrayacakları olası zararları hesaplamaksızın, sunarlarsa karşılığında ne alacaklarını hesaplamaksızın, haksızlık etmemek adına çırpınıp durmaksızın, kendilerine karşı adil olabilmek için bencillikleri ile yüzleşmekten kaçınmaksızın, sadece ve en yalın biçimi ile “iyilik” adına varlıklarını ortaya koymuşlar mıdır ki, hayat da onlara aynı yalın zenginlikle dönsün! Dönmez işte, çırpınmasınlar boşuna dönmez…

Onlar şanslarına isyan ederek, “benim neyim eksik?” diyerek, kusuru Tanrı’da aramaya ömürlerince devam edecek olanlardır. Onların nesi eksik biliyor musunuz? Kalplerinde o saf, katıksız iyilik tutamı eksik. İyilik, “kimseye kötülüğüm yok ki…” sanrısı ile Tanrı’dan cenneti dilemek aymazlığı değildir. İyilik, bir var olma biçimidir. Kutsal, tılsımlı bir ibadettir. İnsanın yegane şahidi, çevrelendiği uğultulu kalabalıktan önce, kendi vicdanıdır.

Şimdi bir derin nefes al ve düşün bakalım; en küçük eylemini bile hafızandan süz. Hesapçılığını gizlediğin o en gizli köşeyi senden başkası göremese de sen bir göz at şöylece. Bul o karanlıkta kalmış zulalarını. Ya göm daha derine ya da savur at denizlere. Alnın değerken vicdanının secdesine, hesap verebiliyor musun cennetin bekçilerine…

Gidersin de, Varamazsın
Yazı

Gidersin de, Varamazsın

Her şeyin üzerine geldiği zamanlar olur. İnsanlar, olaylar, yaşadıkların, duydukların, öğrendiklerin, müdahale edebildiklerin, önlemekte aciz kaldıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, artık sevmek istemediklerin… Daha büyük bir sistem içinde olup bitenler; kanına dokunanlar. Acımasızlık, kötülük, savaşlar, katliamlar, annelerin feryatları, bundan beslenenler, gericilik, yobazlık, rant, istismar, cehalet, cehaletin sadece cahil olanı değil edindiği güç ile seni de ittiği kör kuyular… Giderek hürriyetinden yoksun bırakılman, medeniyete, aydınlık zihinlere hasret kalman, çaresizlik, büyük bir öfke… İnsanların kalplerinde barındırmadıklarına şahitlik ettiğin sevginin yoksunluğundan büyüyen o ürküten karanlık. Kıskanç olanlar, haset olanlar, içleri fesat, hain olanlar… Acı çekene merhameti olmayanlar, ayrımcılık yapanlar, ahiret adına kula zulmedenler. Zulmedenlere biat edenler…

Sanki giderek ruhun bir mengenenin arasında sıkışmış gibi gelir. Nefes alamaz olursun. Olan bitende kendi sorumluluğunu ararsın. Ben daha iyi bir insan olsam, Dünya daha iyi bir yer olur muydu diye düşünmeye başlarsın. İnsanlık yaşar mıydı?

Üzerinde taşıdığın yük, giderek Dünya’nın kendisi olur. Döndükçe, seni öğütür. Çığlık atmak istersin de sesin sadece kalbinin duvarlarına çarpar; duymaz canından öte olanlar bile. Benliğini bırakıp gitmek istersin. Hemen oracıkta bırakıp, çekip gitmek… Tamamen hür başına, kaygısız, odaksız, mutlulukla kutsanmış olarak. Arkana bakmadan nefes almayı sürdürürken, yeryüzündeki tüm iğde kokularını içine çekmek için sabırsızlanırsın. Gücünü sadece öz varlığından alarak kuşatmaya hazır olduğun evren, seni çağırır hoşgörü ile önyargısız. Kimsenin derdini, tasasını, karamsarlığını yanında taşımadan, can atarsın yıldızlarla taçlanmaya. Kimse için üzülmeden ve kimse yokluğunu duyumsamadan, ufukta kaybolmak istersin. Hazırsındır…

Ne var ki, prangalarını bileğinden sökemeyeceğin gelmemiştir aklına. Tek adım atarsın ki, hayat tutunur paçalarına. Silkelersin de düşmez yakandan. “Gidemezsin” der; “kolay mı o kadar, kucaklaşmak kendinle”… O zaman anlarsın ki, sen hiç özgür olmamışsın ki zaten. Senin kendi mabedin olmamış ki hiç. Kendin için yaşamamışsın, hayallerinde bile. Hislerin, tutkuların, özlemlerin sana ait değillermiş. Hayatın dahi kendi avuçlarından taşmamış da akıp gitmiş duraksız, öylece. Başkaları için çırpınırken yarattığın hapishanelerin tutsağı olmuşsun, yolu gizlice kazılmış tünellerin sönük ışığında yanıltan bir hürriyete değil yine aynı bölünmüş hücrelere çıkan…

Altın mı, Bakır mı? Hangisi Senin Deneyimin?
Yazı

Altın mı, Bakır mı? Hangisi Senin Deneyimin?

Deneyim dediğimiz şey, edinimlerimizin toplamıdır. Her fani, yaşamı boyunca değişik biçimlerde deneyim edinmeden, göçüp gitmez bilinmez uzağa. Var oluşunun sebebi, bu deneyimleri ruhunun kazanımlarına eklemek ve tekâmülüne değin kavramayı sürdürmektir çünkü.

Ancak neden bazı insanlar ham yani bildiğimiz anlamı ile çiğ, buna karşılık neden bazıları edinmeye açık ve akılcıdır? Bunun yanıtı, edinimlerin bizzat kendisi ve kişinin de hangi “edinen” rolünde konumlandığı ile ilintilidir. Bir diğer ifade ile iki ana durum vardır aslında. Edinimlerin zorluk derecesi ve edinenin akışı kavrama düzeyi.

Hayat üzerine kafa yormak bu satırların arasında epeyce uzun sürer. Bu sebeple iş dünyası üzerinden ilerlemek, fikrin bir çerçevede sunulmasına yardımcı olabilir.

Bir iş yaşamı sürdürürken, edinimler ne kadar zorlayıcı olmuşsa, ne çok çetrefilli girdi ve çıktıların yönetimini gerektirmişse, tutunmak ne kadar zor, zemin ne kadar kaygan, ilişkiler ne kadar güvenilmez, ilişki ağı ne ölçüde iç içe geçmiş çıkar odaklarını barındırmışsa; bilgiye erişim ne seviyede karmaşık ve ustaca gizlenmişse ve bunların hepsi bir arada ne sıklıkta edinenin karşısına çıkmışsa, işte o zaman Tanrı’nın insana, yaşamını sürdürürken sunduğu bir armağandan bahsedilebilir. Bu armağanın adı, kendi adlandırmama göre “Bilge Deneyim”dir.

“Bilge Deneyim”in bahşedildiği insanlar, bu armağan kendilerine ulaştığında birbirinden farklı iki ayrı biçimde davranırlar. Bu deneyimin bir altın değerinde olduğunu kavrayanlar ve bu deneyimi bir bahtsızlık sayarak, altında ezilenler.

Bahtsızlara bakalım önce. Onlar adı üstünde, bahtsızdır işte. Ancak bu talihsizlikleri başlarına gelenden değil, armağanın değerini kavrayamayışlarından, yani farkındalık yoksunu olmalarındandır. Zorluğu yönetmekte sağ duyuları, durugörüleri, öz bilinçleri yetersiz kalır. Adil ve vicdani muhakeme güçleri hemen hiç yoktur veya zayıftır. Potansiyellerini keşfetme yetkinliğinde olmamaları, olgunluğa uzak hamlıkları, mağdur olmaya sığınmanın dayanılmaz tembelliği, kendilerini beğenmişlikleri, küçük akıllarına büyük hayranlıkları, onları kendi sığ düzeylerinde sabitler. Bunların arasından azımsanamayacak çoğunlukta olanlar, iş yaşantımızda karşımıza çıkarlar. Yaygın bir hastalık türü gibi karışıvermişlerdir organizasyonun bünyesine. Kurnaz hesaplarla, seviyesiz işbirlikleri ile ve çıkar ortaklıkları kurarak, konumlarını yüceltirler. Bunlar kendilerine, tecavüze sessiz kalanları, yandaş seçenlerdir. Gün geldiğinde yandaşlar tecavüz ettiğinde de onlar alkış tutacaktır karşılığında. Buna halk arasında “al gülüm ver gülüm” de denir.

Bunları hiç kimse sistemin çarklarına karşı ya da usulsüzlüklere veya her türlü istismara karşı mücadele verirken göremez. Çünkü onlar bu çarkı döndüren taşeronların bizzat kendileridir zaten. Sisteme hizmet ederler. Kimse onları “bu düzende bir yanlışlık var” diye göğsünü bağrını yırtarken ve bu uğurda kendisini ortaya koyarken de göremez. Çünkü onlar ya bu haksızlıkların birincil ortağıdırlar en baştan ya da bunun karşısında duramayacak kadar aciz, kimliksiz ve korkaktırlar. İşte bu insanların edinimleri bakırdandır. Bunlar, durmadan kalaylarlar görüntülerini ama ederleri yoktur işte bu cihanda. Lezzetsizdir hamlıkları.

Bir de armağanı, naif bir kurdelenin düğümünü açar gibi kabul ile karşılayanlar vardır. Onlar bilirler ki, göğüsleyecekleri zorluk, yeni bir öğretidir hayatlarında. Hırpalandıkları olur elbet bu döngüde ama bilirler ki, altının ışığıdır aydınlatan ruhlarını. Bu sebeple tapınmazlar aç gözlülükle altının kendisine.

İş hayatı ise söz konusu olan, akıl oyunlarında çarpıcı ustalıkları vardır. Kendini ispat için benliklerinin hükmüne yenilmemek ve değerlerinin rehberliğinde sabır ile yürümek, mücadelelerinde onları galip kılar. Bu galibiyet bir üstünlük değil, düzeni haksızca ele geçirenlerden sistemi arındırmak ve itibarsız ellerde boğulmuş temiz vicdanlara, nefes aldırmaktır… Onlar, savaşçı ruhlardır; ve altındandır kazanımları. Parlayan yansımaları göz kamaştırır.

Şimdi bir düşün bakalım sen de; hangisi senin deneyimin?…

Var mısın?
Yazı

Var mısın?

Zordur benim güven basamaklarımdan tırmanmak. Tepeye ulaşabilmek için, tökezlememiş olmak gerekir. İlk seferde tamamen güvenmek üzere başlar her ilişkim. Sıcaklık, duruluk, samimiyetle sunarım dostluğumu. Sırdaş olmak, saklı bir sığınak olmak, armağanıdır gerçekliğimin. Ancak hızlı duyumsarım karşımdakinin özünü. Niyetini en derinlerden bulup çıkarırım. Sağduyum rehberimdir. İki yüzlülüğü, haseti, sinsiliği, hesapçılığı, kurnazlığı, saflık barındırmayan bir kalbi, Kaf Dağı’nın arkasına gizlese karşımdaki, kalbimin duru görüsünden saklayamaz. Böyleleri için en acı olanı, yeniden güvenilmemek üzere dostluğumu kaybetmeleri, hayatımdan kayıp gitmeleridir. Ne bir tartışma ne bir ima. Kendi yok oluşlarının farkındalığından uzak, kıyımda köşemde yaşamaya devam ederler. Sevgimin asalakları gibi… Hayatımın içinde olabilmeyi, aldıkları hazzı sürdürebilmeyi isterler. Kabullenmek kaybını sahici içtenliğimin zor gelir. Oysa giderek kıyılarımdan dönülmez uzaklara savrulurlar. Ayırdına bile varmadan, rüzgar alıp götürmüştür kimliksiz benliklerini. Zihnimde bir küçücük anı, kalbimde en ufak bir tortu bile bırakmadan…

Bazı duygular arıtılmış saflıktadır. Güven duygusu, bunların başında gelir. “Biraz güveniyorum” diye bir aralık yoktur. Ya güvenirsin ya güvenmezsin yolunun kesiştiklerine. Ya yoldaşın olmaya devam ederler ya da arkanda bıraktığın izdüşümü olmayan kesik zaman dilimlerinin arasında hafızandan düşerler. Pek çok konuda hoşgörüme rağmen, bu konuda tutarlı biçimde netim. 

Affetmekse affedelim, bağışlamaksa bağışlayalım olanı biteni. Zira zordur bu yükleri sırtlanmak. Ama güven istismarcılarına tekrar güvenmek mi? Ben yokum, kusura bakılmasın. “Suçluyu kazırsan altından insan çıkar” felsefemin yansımadığı tek alan güven duyguma uzanıldığı alandır. Eski dostlar bilir beni de yenileredir seslenişim. Bana bağlanmadan bir durun, düşünün derim. Hazır mısınız keşfedilmeye ve güçlü müsünüz yeterince kendinizle yüzleşmeye…

Kim Yıldırabilir Sen Vazgeçmedikçe
Yazı

Kim Yıldırabilir Sen Vazgeçmedikçe

Bazen güne tarifsiz bir inanç ile başlarsın. Bu inanç kendine duyduğun yıkılmaz güvendir. Sistemin çarkları en keskin biçimde önüne her çıkanı öğütürken, güvendiğin tek güç kendi öz varlığındır. Sen mücadelendeki kararlılığını, ödünsüz biçimde sürdürdükçe, sistemi yozlaştıranlar 1 iken 10, 10 iken 100 olurlar karşında. Birbirlerine daima gebe olan ve bu sebeple köklerini birbirine dolayarak çamurlu topraklarda büyüyerek yayılanlar, seni yıldırmak için her türlü seti çıkarırlar karşına, aşamazsın zannederler. Ama işte yanılırlar. O setler çamurdandır çünkü ve balçığa bulanmaz aydınlıkta yürüyenler. Sayıca az olsalar da savaşçı doğanlardır onlar. “Vazgeç, görmezden gel. Sen mi değiştireceksin nasır tutmuş düzeni?” telkinlerine maruz kalanlar, etraflarındakilerin korkakça, ilkesizce yalnız bıraktıklarıdır. Ne var ki bu yılmaz savaşçıların mahkum oldukları menfaat hesapları, gizli saklı emelleri ve koşulsuz güvendikleri kendilerinden başka dumanlı dağları yoktur. Temiz geçmişleri, idealleri ve mevcudiyetlerinden önde tuttukları mücadeleleri, yarılmaz zırhlarıdır. Ucunda ölüm olmadıkça, zordur yolundan alıkoymak böylelerini…

Acı, aynı dili konuşur
Yazı

Acı, aynı dili konuşur

Yan yana duruyorduk kasapta. Belki kırk yıllık müdavimleri olan, eskilerden bugüne gelmiş bir kasap. Modern zaman baskısına yenilmiş. Nostaljisini kaybetmiş. Emektarları ayrılmış. Hizmet anlayışı fabrikasyona dönüşmüş. Gönlünce eskiyememiş bir yer. Ben biliyorum da o bilmiyor belli ki…

Benden önce gelmiş, siparişini vermişti. O da, ben de, birbirimiz için herhangi biriydik. Beklerken dayanamadı. “Babam hep buradan alırdı, sizin iyi müşterinizdi” dedi. Durakladı. “Ama artık alamıyor. Öldü babam”… Sessiz çığlığı, kalbimin duvarlarına çarptı. Bir tepki bekledi ama gelmedi. Kasap, hafifçe ve mecburiyetten başını salladı ve etleri doğramaya devam etti. Havada asılı kalan çığlığının görünmez parçacıklarını tek tek toplamak ister gibi, son bir hamle yaptı. “Tabii nasıl gelsin, ölünce!” dedi, bir öncekinden daha ıssız bir ses tonuyla. Ancak yine bir tepki alamadı. Oysa, ona soracaklarından emindi, babasının adını. O da söyleyecekti. Onlar da babasını hemen tanıyacaklar, öldüğüne şaşıracaklar ve üzülecekler, ne beyefendi bir adam olduğunu anlatacaklar, hatta bir kaç ortak anı paylaşacaklardı belki de. Ama öyle olmadı. Kimse ilgi göstermedi. Ne kasap, ne de tezgahtaki diğerleri. İşlerini yapmaya devam ettiler. Duyarsızlardı.

Oysa ben o anda, onu tanıdığımı biliyordum artık. Bildiğim acıyı taşıyordu omuzlarında. Aynı saniyeler içinde aynen hissediyordum, çektiği acıyı. Biliyordum, anıların izini sürmeye geldiğini o akşam, o kasaba. Kim bilir, ne kadar acı çekerek gelmişti. Ayakları kaç defa geri geri gitmişti kim bilir. Babasının hep geldiği bu yere gelebilmek için gücünü toplamak; belki birlikte geldikleri zamanlarda, hafızasında yer eden o kapıdan sarsılarak içeri girerken, adımlarının dolanmasını engellemek; babasının kasapla sohbetlerini ve tembihlerini duyumsamak; babasını tanıyan bir eski tanıdıkla karşılaşmak, biliyorum ki içinde beslediği ümitti. Ama işte bu yerde, kimsenin umuru değildi. Ne olmuş yani; ölmüşse, ölmüştü babası. Kimler, kimler ölmüyor muydu hem. Hayat, herkes için devam ediyordu. Ama ben kalbimde duyuyordum ne hissettiğini. Boğazındaki düğüm, benim de nefesimi kesiyordu. Babasını, karşısındaki insanlarda bulamamış olmasının hayal kırıklığını, duyduğu acıyı, tanıyordum. Ona dönüp, “sizi anlıyorum” diyebilmek istedim. “Nasıl hissettiğinizi biliyorum”… Ama cesaret edemedim. O an kendisini tamamen kapattığını biliyordum. Belki 40’lı yaşların üstündeydi ama ne fark ederdi ki, babasının kız çocuğuydu işte. Farkıma varmadı benim. Ben onun için hala herhangi biriydim ama o benim için babasını çok özleyen, izlerini hayat boyu sürmeye devam edecek anılar gezginiydi…

Nurlar içinde uyu babacığım. Sen bizden gittin ama biz gitmeyeceğiz senden…