Deneyim dediğimiz şey, edinimlerimizin toplamıdır. Her fani, yaşamı boyunca değişik biçimlerde deneyim edinmeden, göçüp gitmez bilinmez uzağa. Var oluşunun sebebi, bu deneyimleri ruhunun kazanımlarına eklemek ve tekâmülüne değin kavramayı sürdürmektir çünkü.
Ancak neden bazı insanlar ham yani bildiğimiz anlamı ile çiğ, buna karşılık neden bazıları edinmeye açık ve akılcıdır? Bunun yanıtı, edinimlerin bizzat kendisi ve kişinin de hangi “edinen” rolünde konumlandığı ile ilintilidir. Bir diğer ifade ile iki ana durum vardır aslında. Edinimlerin zorluk derecesi ve edinenin akışı kavrama düzeyi.
Hayat üzerine kafa yormak bu satırların arasında epeyce uzun sürer. Bu sebeple iş dünyası üzerinden ilerlemek, fikrin bir çerçevede sunulmasına yardımcı olabilir.
Bir iş yaşamı sürdürürken, edinimler ne kadar zorlayıcı olmuşsa, ne çok çetrefilli girdi ve çıktıların yönetimini gerektirmişse, tutunmak ne kadar zor, zemin ne kadar kaygan, ilişkiler ne kadar güvenilmez, ilişki ağı ne ölçüde iç içe geçmiş çıkar odaklarını barındırmışsa; bilgiye erişim ne seviyede karmaşık ve ustaca gizlenmişse ve bunların hepsi bir arada ne sıklıkta edinenin karşısına çıkmışsa, işte o zaman Tanrı’nın insana, yaşamını sürdürürken sunduğu bir armağandan bahsedilebilir. Bu armağanın adı, kendi adlandırmama göre “Bilge Deneyim”dir.
“Bilge Deneyim”in bahşedildiği insanlar, bu armağan kendilerine ulaştığında birbirinden farklı iki ayrı biçimde davranırlar. Bu deneyimin bir altın değerinde olduğunu kavrayanlar ve bu deneyimi bir bahtsızlık sayarak, altında ezilenler.
Bahtsızlara bakalım önce. Onlar adı üstünde, bahtsızdır işte. Ancak bu talihsizlikleri başlarına gelenden değil, armağanın değerini kavrayamayışlarından, yani farkındalık yoksunu olmalarındandır. Zorluğu yönetmekte sağ duyuları, durugörüleri, öz bilinçleri yetersiz kalır. Adil ve vicdani muhakeme güçleri hemen hiç yoktur veya zayıftır. Potansiyellerini keşfetme yetkinliğinde olmamaları, olgunluğa uzak hamlıkları, mağdur olmaya sığınmanın dayanılmaz tembelliği, kendilerini beğenmişlikleri, küçük akıllarına büyük hayranlıkları, onları kendi sığ düzeylerinde sabitler. Bunların arasından azımsanamayacak çoğunlukta olanlar, iş yaşantımızda karşımıza çıkarlar. Yaygın bir hastalık türü gibi karışıvermişlerdir organizasyonun bünyesine. Kurnaz hesaplarla, seviyesiz işbirlikleri ile ve çıkar ortaklıkları kurarak, konumlarını yüceltirler. Bunlar kendilerine, tecavüze sessiz kalanları, yandaş seçenlerdir. Gün geldiğinde yandaşlar tecavüz ettiğinde de onlar alkış tutacaktır karşılığında. Buna halk arasında “al gülüm ver gülüm” de denir.
Bunları hiç kimse sistemin çarklarına karşı ya da usulsüzlüklere veya her türlü istismara karşı mücadele verirken göremez. Çünkü onlar bu çarkı döndüren taşeronların bizzat kendileridir zaten. Sisteme hizmet ederler. Kimse onları “bu düzende bir yanlışlık var” diye göğsünü bağrını yırtarken ve bu uğurda kendisini ortaya koyarken de göremez. Çünkü onlar ya bu haksızlıkların birincil ortağıdırlar en baştan ya da bunun karşısında duramayacak kadar aciz, kimliksiz ve korkaktırlar. İşte bu insanların edinimleri bakırdandır. Bunlar, durmadan kalaylarlar görüntülerini ama ederleri yoktur işte bu cihanda. Lezzetsizdir hamlıkları.
Bir de armağanı, naif bir kurdelenin düğümünü açar gibi kabul ile karşılayanlar vardır. Onlar bilirler ki, göğüsleyecekleri zorluk, yeni bir öğretidir hayatlarında. Hırpalandıkları olur elbet bu döngüde ama bilirler ki, altının ışığıdır aydınlatan ruhlarını. Bu sebeple tapınmazlar aç gözlülükle altının kendisine.
İş hayatı ise söz konusu olan, akıl oyunlarında çarpıcı ustalıkları vardır. Kendini ispat için benliklerinin hükmüne yenilmemek ve değerlerinin rehberliğinde sabır ile yürümek, mücadelelerinde onları galip kılar. Bu galibiyet bir üstünlük değil, düzeni haksızca ele geçirenlerden sistemi arındırmak ve itibarsız ellerde boğulmuş temiz vicdanlara, nefes aldırmaktır… Onlar, savaşçı ruhlardır; ve altındandır kazanımları. Parlayan yansımaları göz kamaştırır.
Şimdi bir düşün bakalım sen de; hangisi senin deneyimin?…