Kategori: BLOG YAZILARI

Home / BLOG YAZILARI
Sahici Nedir? Bilgisizlik Nedir?
Yazı

Sahici Nedir? Bilgisizlik Nedir?

Küçük oğlum dedi ki, “anne, seninle tanıştıracağım kız arkadaşlarımda neyi hatalı sayacağını biliyorum”. “Neyi?” dedim. “Köfteyi, çatalının kenarı ile keserse; ekmeği ısırarak yerse ve bıçağını ağzı ile sıyırırsa!”. “Doğru ama bu koşulları sıraladığımı hatırlamıyorum” dedim. “Sıralamadın ama çocukluğumdan beri bunları yapmamamı tembihleyerek yetiştirdin beni” dedi. İtiraz edemedim, haklı çocuk. Samimiyet ve sahicilik ile bilgisizliği birbirinden ayırt etmek gerekir. 

Belki de hiç deneyimleme fırsatım olmadığı için hayattaki özlemlerimden biridir; dönüşmemiş ve masumiyetini kaybetmemiş bir köyde, bir zaman aralığında yaşamak ve geleneklerin sıcaklığında bir köy evinde ağırlanmak. Sedirinde oturmak, kurulmuş yer masasında aynı pilavı tahta kaşıkla bölüşmek. İnanıyorum ki, bunun vereceği haz en mükemmel ziyafet sofralarında dahi bulunamaz çünkü hakikidir etrafında toplanan insanların aynı sofrayı, aynı ekmeği paylaşmaktan duydukları mutluluk. Saç üzerinde pişmiş lavaşın dumanı tüterken, ortadan koparıp yemenin keyfi, başka ne ile kıyaslanabilir? Öyle bir masada çatal solda, bıçak sağda düzeni aramak, gülünç ve hayatın kendisi ile uyumsuz kaçar şüphesiz. Koşullar neyi gerektiriyorsa, uyum da ona göre olmalıdır.  Bu sebeple yerel geleneklere bağlı kapsayıcı adetlerden ya da yoksunluğun bir tarhana çorbası kaynatamadığı ocaklardan bahsetmiyorum ben; bu konular derin ve yazının tamamen ekseni dışında. 

Benim bahsettiğim modern dünyanın ortak normlarına dair. Bir yemekte bir araya gelindiğinde, ki ister arkadaşlarla ister aile arasında yenen bir yemek olsun ya da bir iş yemeği niteliği taşısın, bazı ortak paydalar gözetilmediğinde, paylaşılan sofra iştah kaçırıcı olabiliyor. “Ne olacak biz bizeyiz” özensizliği ile ya da “kim dikkat edecek ki sanki!” aymazlığı ile ağızda koparılan ekmek, kocaman lokmalar çiğnenirken konuşmaya devam etmek, ağızda kürdanı çevirip durmak, bıçak kullanmak yerine ekmek ile ittirmek, zaten bıçak diye bir şeyi masaya dahi getirmemek, çekirdeği ağızdan  tabağa çıkarmak, hatırı sayılır büyüklükte börek dilimlerini çatal ile servis edip, ısırarak yenmesini beklemek; “balık elle yenir” diyerek, neredeyse kılıç balığını bile elle yemek!; ille de bir sofra adabından bahsedeceksek, doğrudur, gözüme batar. Bu ve daha saymadığım, yemek masalarında sergilenen nice özensizlik ne maddi imkanlarla ilgilidir ne de “kasmaya lüzum yok” kayıtsızlığına sığınmak kolaycılığı ile. Bu, bildiğimiz bilgisizlik ile ilgilidir. 

Denilebilir ki, şu hayatta ne doğru ne yanlış? Neye göre doğru, neye göre yanlış? E işin karşı tezine gireceksek, bin tane örnek sıralarım ben de. Kent yaşamında neden sokakta pijama ile gezmiyoruz; neden karşımızdakinin yüzüne hapşırmıyoruz; neden üstümüzü sokakta değiştirmiyoruz; neden başkasının çorbasına tuz bocalamıyoruz; neden sıra bekliyoruz; neden park ederken iki kişilik yer işgal etmiyoruz; neden birilerine dil çıkarmıyoruz (ki, Einstein yaptı diye o kadar sıra dışı ve tuhaf buldular ki, yüzyıldır aynı fotoğrafı kullanıyorlar).

Medeniyetin getirdiği, bazı genel geçer kabul görmüş normlar vardır. Her şeyi duvar yazılarında bulmak ya da birilerinin satır aralarında aramak mümkün değildir. Bir sosyal çevre içinde yaşadığımıza göre bilgi, gözlem, deneyim, saygı, nezaket gibi alt yapılar oluşturmak, geliştirmek, okumak ve bu kazançların ışığında, ortak alanlarda özenli davranmak, öncelikle kendimize karşı saygıyı gözetmektir. 

Neyse, demem odur ki, sohbet etmeyi ve yemek yemeyi bilen biri ile sofra paylaşmanın keyfine diyecek yoktur; bilmeyen ile de mideniz ağzınıza gelir. Ne demiş atalarımız, “bilenle taş taşı; bilmeyenle bal yeme…”

İçgörü
Yazı

İçgörü

İnsanlar tanıdım, mutsuz. Ne kadar gizleseler de, hep mutsuz. İçlerinde büyüttükleri dikenli kaktüs kurumasın diye durmaksızın sularken gösterdikleri özeni, hayatları boyunca bir küçük karıncaya dahi göstermemiş olanlar tanıdım. Sevgiye hiç erememiş olanlar. Saklayamadıkları hınç, kalplerinden sözcüklerine, yargılarına, sözde arkadaşlıklarına, isyanlarına, itirazlarına, başlarına geleni sorgulama biçimlerine açık veya gizlice yansıyanlar onlar. Kendi kurumuş dallarının ucunu çentikleyerek mızrak yapıp, diğerlerinin meyvelerle dolu dallarına uzanarak, ağacı silkelemeye çalışanlar. Yükseldikleri ayak uçlarında her seferinde sendeleyip düşenler. Başkalarının hayatlarını gıpta ederek sinsice izlerken, öykünürken, kıskançlıkla kendi kadersizliklerine isyan ederken, aslında tam da ilahi dengenin devrede olduğunu kavramaktan aciz olanlar… 

Ne acınası bir şuursuzluk. Ne zavallı bir tükeniş hali. Bir sormalı bakalım, “sen ne sundun hayata, karşılığında ne bekliyorsun?” diye. Dönüp tek bir defa bile yüzleşmişler midir acaba ahlaki ve vicdani değerleri ile. Bir kere olsa bile kendilerini güvene almaksızın, uğrayacakları olası zararı hesaplamaksızın, sunarlarsa karşılığında ne alacaklarını hesaplamaksızın, haksızlık etmemek adına çırpınıp durmaksızın, adil olabilmek için bencilliği ile yüzleşmekten kaçınmaksızın, sadece ve en yalın biçimi ile iyilik adına varlıklarını ortaya koymuşlar mıdır ki, hayat da onlara aynı yalın zenginlikle dönsün. Dönmez işte, çırpınmasınlar boşuna dönmez. Onlar şanslarına isyan ederek, “benim neyim eksik?” diyerek, kusuru Tanrı’da aramaya ömürlerince devam edecek olanlardır. Onların nesi eksik biliyor musunuz? Kalplerinde o saf, katıksız iyilik tutamı eksik. İyilik, “kimseye kötülüğüm yok ki…” sanrısı ile Tanrı’dan cenneti dilemek hadsizliği değildir. İyilik bir var olma biçimidir. Kutsal, tılsımlı bir ibadettir. İnsanı çevreleyen uğultulu kalabalıktan önce yegane şahidi, kişinin kendi vicdanıdır. 

Şimdi bir düşün bakalım, en küçük eylemini bile düşün. Hesapçılığını gizlediğin o en gizli köşeyi senden başkası göremese de, sen bir göz at bakalım. Bul o karanlıkta kalmış zulalarını. Ya göm daha derine, ya savur at denizlere. Alnın değerken vicdanının secdesine, hesap verebiliyor musun cennetin bekçilerine…

Örgü
Yazı

Örgü

Bazen öyle bir fırsat doğar ki olağanüstü niteliklidir ancak bu eşsiz olanağı değerlendirebilmek, başka bir koşulun gerçekleşmesine bağlıdır ve o koşul henüz olgunlaşmamıştır, bu sebeple denkleşmez; ya da bazen öyle ucu ucuna bir fark kalır ki arada bir şeyin başlayabilmesi için bir diğerinin tam da o zamanlarda bitmesi gerekir ama bitmesine zaman vardır, örtüşmez; veya öyle ardışık bir işleyiş gereklidir ki, birini sürdürebilmek için diğerinin hemen ardından gelmesi gerekir ama mesafe vardır aralarında, beklenen anda kapanmaz. İşte böyle zamanlarda birçoğu, bu gibi hayal kırıklıklarına durmaksızın, “şanssızlık” yakıştırması yapar; buna sığınmak kolay gelir. Daha şanslı saydığı başkalarına öykünür. Olmayan, gerçekleşmeyen her ümit için, kadersizliğine veryansın eder, buna inanmak, popülist bir mağduriyet fırsatçılığı yaratır; bundan beslenir. 

İtiraf etmeliyim ki benim de hayıflandığım zamanlar olmuştur, göz göre göre hayalden gerçeğe dönüşmeyen durumlar oluştuğunda; ancak bilirim ki, bu hezeyan boşunadır. Kaçan, giden, yiten veya edinilemeyen bir şey yoktur aslında sadece henüz zamanı gelmemiştir belki de hiç gelmeyecektir. Bundan ötesi çırpınışlar, hırslar, “ille de olsun” inadı, bizim yenilmez benliğimizdir. Hamlığımızdır. Sabır yetimizin gelişmemiş olmasındandır. Kendimiz ile ilgili düşük farkındalığımızın ürünüdür, gerçekleşmemiş ümitlerimize ağıt yakmak. Hazır olmadığımız halde istemek, yeterli olmadığımız halde yapabileceğimizi varsaymak, eksiklerimize rağmen kendimizi tek kaynak görmemizdendir. Büyük resmi kavramaya çalışmak ve “neden olmadı?” sorusuna cevap aramak yerine “nasıl olmaz!” hırçınlığı ile tepinmektir.

Ben azmetmekten vazgeçmek veya kendine inanmaktan yılmak ya da mücadeleden pes etmekten bahsetmiyorum elbette. İnsan sonuna kadar gidebilmeli, direnebilmeli, kendisini gerçekleştirebilmek için tüm potansiyelini ortaya koyabilmelidir ama akılcılıktan kopmadan ve zamanın akışına uyum içinde karışarak, içinde usulca akıp giderek kavrayabilmek sahicidir, içsel yolculuğunun anlamını…

Kendi potansiyelini doğru değerlendiren, doğru sorgulamalar yapabilen, kırık bir plaktan gelen şarkılardaki hüzün benzeri, daima haksızlığa uğradığına inanmak yerine, haksızlık etmiş olabileceğini de görmezden gelmeyenler için ömür dediğimiz kısa senaryo, daima daha başa çıkılabilir bir olgudur. Hep istemek yerine sunmak bonkörlüğünün erdemine varanlar, sadece sevilmeyi beklemek yerine kendisini önce kendisi sevebilenler, şuursuzca inandıkları kusursuzluklarının ispatı adına diğerlerini yargılamayanlar, insana dair ne varsa, bilincinde yaşayanlar, ruhlarının tekamülünde ışıklı bir yolda ilerleyenlerdir…