Oturduğum sofraların, donatılmış mezelerin, içi sözde eşsiz lezzetlerle tıka basa dolu tabakların ya da jan janlı masalarda kristal kadehlerin yakın çekim resimlerini paylaşmam için beni vurmaları gerekir…
Ben bahçeden toplanmış al kirazın, misafirlere hevesle hazırlanmış acemi işi pastanın, çiçekli örtüler üzerinde ikram edilen ve eşsiz aile saadeti ile etrafında toplanılmış sıcak poğaçaların, ya da dost meclisinde şerefe kaldırılan kupaların, resimlerden taşan masumiyetinden bahsetmiyorum. Sahici samimiyeti kucaklayabilecek kadar öngörü, kalbimizde demlenerek yerini buldu, ömrümüzün vardığımız dönemecinde. (Ki ne kadar uğraşsak da öyle ham ki özümüz)…
İşte bu doğal refleks ile dolaylı, dolaysız imalarla sergilenen gösterişin her türlüsünü reddettiğim gibi, zihnimize körlemesine ittiririlen ve sofranın mahremiyetini, yabancı gözlerin edepsiz iştahına sunan teşhirciliği de reddediyorum. Bu tür fotoğraflar paylaşılarak verilen mesaj her ne ise (tadını çıkardığım, keyifli bir hayatım var; böyle masalar donatacak kadar çok param var; zengin bir sosyal çevrem var, birlikte yer içer eğleniriz; ben gurmeyim, müthiş bir damak tadım var; çok seyahat ediyorum ve yöresel tadları atlamayacak kadar bilinçli bir gezginim; yalnızım zannetmeyin, kendime keyifli masalar kuruyorum ve bundan zevk alıyorum; eşim dostum çok, sohbet sofralarında çevrem kalabalık ve renkli; seçkin zevklerim ve şık masalar etrafında toplanan elit dostlarım var, vs.) yadırgıyorum. Doğrusu, bu çabaların “başka insanların ilgisini çekmeye muhtaç olma durumu” yaratan bir duygu yoksunluğundan kaynaklandığına inanıyorum…
Şüphesiz ki hepimiz bir biçimde ilgi çekmeyi seviyoruz. Yaşantımızı, “başkaları ne der” üzerine kurguladığımız gibi sosyal medyada yaptığımız paylaşımların temelinde de, “ben buradayım ve varlığımın ispatı için kendimi beğeninize sunuyorum” dürtümüz var. Yüzleşmek zor olsa da yadsıyamayacağımız gerçeğimiz bu. Ancak yine de karşısındakini yanıltabildiği gafletine düşmeyen, gönlü yerde bir yolu yordamı olmalı bu bitmez benlik mücadelesinin…