Author: İlkşen (İlkşen Çetintaş)

Home / İlkşen
Altın mı, Bakır mı? Hangisi Senin Deneyimin?
Yazı

Altın mı, Bakır mı? Hangisi Senin Deneyimin?

Deneyim dediğimiz şey, edinimlerimizin toplamıdır. Her fani, yaşamı boyunca değişik biçimlerde deneyim edinmeden, göçüp gitmez bilinmez uzağa. Var oluşunun sebebi, bu deneyimleri ruhunun kazanımlarına eklemek ve tekâmülüne değin kavramayı sürdürmektir çünkü.

Ancak neden bazı insanlar ham yani bildiğimiz anlamı ile çiğ, buna karşılık neden bazıları edinmeye açık ve akılcıdır? Bunun yanıtı, edinimlerin bizzat kendisi ve kişinin de hangi “edinen” rolünde konumlandığı ile ilintilidir. Bir diğer ifade ile iki ana durum vardır aslında. Edinimlerin zorluk derecesi ve edinenin akışı kavrama düzeyi.

Hayat üzerine kafa yormak bu satırların arasında epeyce uzun sürer. Bu sebeple iş dünyası üzerinden ilerlemek, fikrin bir çerçevede sunulmasına yardımcı olabilir.

Bir iş yaşamı sürdürürken, edinimler ne kadar zorlayıcı olmuşsa, ne çok çetrefilli girdi ve çıktıların yönetimini gerektirmişse, tutunmak ne kadar zor, zemin ne kadar kaygan, ilişkiler ne kadar güvenilmez, ilişki ağı ne ölçüde iç içe geçmiş çıkar odaklarını barındırmışsa; bilgiye erişim ne seviyede karmaşık ve ustaca gizlenmişse ve bunların hepsi bir arada ne sıklıkta edinenin karşısına çıkmışsa, işte o zaman Tanrı’nın insana, yaşamını sürdürürken sunduğu bir armağandan bahsedilebilir. Bu armağanın adı, kendi adlandırmama göre “Bilge Deneyim”dir.

“Bilge Deneyim”in bahşedildiği insanlar, bu armağan kendilerine ulaştığında birbirinden farklı iki ayrı biçimde davranırlar. Bu deneyimin bir altın değerinde olduğunu kavrayanlar ve bu deneyimi bir bahtsızlık sayarak, altında ezilenler.

Bahtsızlara bakalım önce. Onlar adı üstünde, bahtsızdır işte. Ancak bu talihsizlikleri başlarına gelenden değil, armağanın değerini kavrayamayışlarından, yani farkındalık yoksunu olmalarındandır. Zorluğu yönetmekte sağ duyuları, durugörüleri, öz bilinçleri yetersiz kalır. Adil ve vicdani muhakeme güçleri hemen hiç yoktur veya zayıftır. Potansiyellerini keşfetme yetkinliğinde olmamaları, olgunluğa uzak hamlıkları, mağdur olmaya sığınmanın dayanılmaz tembelliği, kendilerini beğenmişlikleri, küçük akıllarına büyük hayranlıkları, onları kendi sığ düzeylerinde sabitler. Bunların arasından azımsanamayacak çoğunlukta olanlar, iş yaşantımızda karşımıza çıkarlar. Yaygın bir hastalık türü gibi karışıvermişlerdir organizasyonun bünyesine. Kurnaz hesaplarla, seviyesiz işbirlikleri ile ve çıkar ortaklıkları kurarak, konumlarını yüceltirler. Bunlar kendilerine, tecavüze sessiz kalanları, yandaş seçenlerdir. Gün geldiğinde yandaşlar tecavüz ettiğinde de onlar alkış tutacaktır karşılığında. Buna halk arasında “al gülüm ver gülüm” de denir.

Bunları hiç kimse sistemin çarklarına karşı ya da usulsüzlüklere veya her türlü istismara karşı mücadele verirken göremez. Çünkü onlar bu çarkı döndüren taşeronların bizzat kendileridir zaten. Sisteme hizmet ederler. Kimse onları “bu düzende bir yanlışlık var” diye göğsünü bağrını yırtarken ve bu uğurda kendisini ortaya koyarken de göremez. Çünkü onlar ya bu haksızlıkların birincil ortağıdırlar en baştan ya da bunun karşısında duramayacak kadar aciz, kimliksiz ve korkaktırlar. İşte bu insanların edinimleri bakırdandır. Bunlar, durmadan kalaylarlar görüntülerini ama ederleri yoktur işte bu cihanda. Lezzetsizdir hamlıkları.

Bir de armağanı, naif bir kurdelenin düğümünü açar gibi kabul ile karşılayanlar vardır. Onlar bilirler ki, göğüsleyecekleri zorluk, yeni bir öğretidir hayatlarında. Hırpalandıkları olur elbet bu döngüde ama bilirler ki, altının ışığıdır aydınlatan ruhlarını. Bu sebeple tapınmazlar aç gözlülükle altının kendisine.

İş hayatı ise söz konusu olan, akıl oyunlarında çarpıcı ustalıkları vardır. Kendini ispat için benliklerinin hükmüne yenilmemek ve değerlerinin rehberliğinde sabır ile yürümek, mücadelelerinde onları galip kılar. Bu galibiyet bir üstünlük değil, düzeni haksızca ele geçirenlerden sistemi arındırmak ve itibarsız ellerde boğulmuş temiz vicdanlara, nefes aldırmaktır… Onlar, savaşçı ruhlardır; ve altındandır kazanımları. Parlayan yansımaları göz kamaştırır.

Şimdi bir düşün bakalım sen de; hangisi senin deneyimin?…

Keder Sinmiş Kadere
Yazı

Keder Sinmiş Kadere

İçimde uçsuz bir hüzün
Anın tarifi yok dizelerde
Ağır bir keder hali
Kısılmışlık kaderin seyrinde
Un ufak olmuş bir ruh
Çözümsüzlük
Ölüm bile yok etmekte aciz
Öyle dipsiz bir gerçeklik
Geç kalmışlık
Bugünsüzlük, yarınsızlık, tıkanmışlık
Anlamak nedeni ve kabullenmek seçimi
Yaşamalı varoluşun ecelini

İbadet
Yazı

İbadet

Dağladın beni
En tükenmez ümidimi
Bandırır gibi acıya
Dillerine sürdün izlerimi

Bir cinnet hali
Aşka tapınma
Bu adanmışlık, bu teslim oluş
Bu kendini celladına sunma

Bakmadan ardıma
Savrulsam kıyılara
Kumların arasına serpişsem
Dönüşsem uzanılmaz çınarlara

Ben böyle değildim
Taşardı avuçlarımdan hayallerim
Yeterdim kendime
Yeterdi nefsim Dünya’ya

Bıkkınım artık bak
Yorgunum, çözülmüş dizlerim
Ellerimde derin çizgiler
Kalbimde sayısız çentikler

Cennetin en ıssız köşesi
Bekle beni, şurada ne kaldı ki
Bedenim ırmaklara karıştığında
Sadece dualar bulsun beni

Var mısın?
Yazı

Var mısın?

Zordur benim güven basamaklarımdan tırmanmak. Tepeye ulaşabilmek için, tökezlememiş olmak gerekir. İlk seferde tamamen güvenmek üzere başlar her ilişkim. Sıcaklık, duruluk, samimiyetle sunarım dostluğumu. Sırdaş olmak, saklı bir sığınak olmak, armağanıdır gerçekliğimin. Ancak hızlı duyumsarım karşımdakinin özünü. Niyetini en derinlerden bulup çıkarırım. Sağduyum rehberimdir. İki yüzlülüğü, haseti, sinsiliği, hesapçılığı, kurnazlığı, saflık barındırmayan bir kalbi, Kaf Dağı’nın arkasına gizlese karşımdaki, kalbimin duru görüsünden saklayamaz. Böyleleri için en acı olanı, yeniden güvenilmemek üzere dostluğumu kaybetmeleri, hayatımdan kayıp gitmeleridir. Ne bir tartışma ne bir ima. Kendi yok oluşlarının farkındalığından uzak, kıyımda köşemde yaşamaya devam ederler. Sevgimin asalakları gibi… Hayatımın içinde olabilmeyi, aldıkları hazzı sürdürebilmeyi isterler. Kabullenmek kaybını sahici içtenliğimin zor gelir. Oysa giderek kıyılarımdan dönülmez uzaklara savrulurlar. Ayırdına bile varmadan, rüzgar alıp götürmüştür kimliksiz benliklerini. Zihnimde bir küçücük anı, kalbimde en ufak bir tortu bile bırakmadan…

Bazı duygular arıtılmış saflıktadır. Güven duygusu, bunların başında gelir. “Biraz güveniyorum” diye bir aralık yoktur. Ya güvenirsin ya güvenmezsin yolunun kesiştiklerine. Ya yoldaşın olmaya devam ederler ya da arkanda bıraktığın izdüşümü olmayan kesik zaman dilimlerinin arasında hafızandan düşerler. Pek çok konuda hoşgörüme rağmen, bu konuda tutarlı biçimde netim. 

Affetmekse affedelim, bağışlamaksa bağışlayalım olanı biteni. Zira zordur bu yükleri sırtlanmak. Ama güven istismarcılarına tekrar güvenmek mi? Ben yokum, kusura bakılmasın. “Suçluyu kazırsan altından insan çıkar” felsefemin yansımadığı tek alan güven duyguma uzanıldığı alandır. Eski dostlar bilir beni de yenileredir seslenişim. Bana bağlanmadan bir durun, düşünün derim. Hazır mısınız keşfedilmeye ve güçlü müsünüz yeterince kendinizle yüzleşmeye…

Kim Yıldırabilir Sen Vazgeçmedikçe
Yazı

Kim Yıldırabilir Sen Vazgeçmedikçe

Bazen güne tarifsiz bir inanç ile başlarsın. Bu inanç kendine duyduğun yıkılmaz güvendir. Sistemin çarkları en keskin biçimde önüne her çıkanı öğütürken, güvendiğin tek güç kendi öz varlığındır. Sen mücadelendeki kararlılığını, ödünsüz biçimde sürdürdükçe, sistemi yozlaştıranlar 1 iken 10, 10 iken 100 olurlar karşında. Birbirlerine daima gebe olan ve bu sebeple köklerini birbirine dolayarak çamurlu topraklarda büyüyerek yayılanlar, seni yıldırmak için her türlü seti çıkarırlar karşına, aşamazsın zannederler. Ama işte yanılırlar. O setler çamurdandır çünkü ve balçığa bulanmaz aydınlıkta yürüyenler. Sayıca az olsalar da savaşçı doğanlardır onlar. “Vazgeç, görmezden gel. Sen mi değiştireceksin nasır tutmuş düzeni?” telkinlerine maruz kalanlar, etraflarındakilerin korkakça, ilkesizce yalnız bıraktıklarıdır. Ne var ki bu yılmaz savaşçıların mahkum oldukları menfaat hesapları, gizli saklı emelleri ve koşulsuz güvendikleri kendilerinden başka dumanlı dağları yoktur. Temiz geçmişleri, idealleri ve mevcudiyetlerinden önde tuttukları mücadeleleri, yarılmaz zırhlarıdır. Ucunda ölüm olmadıkça, zordur yolundan alıkoymak böylelerini…

Acı, aynı dili konuşur
Yazı

Acı, aynı dili konuşur

Yan yana duruyorduk kasapta. Belki kırk yıllık müdavimleri olan, eskilerden bugüne gelmiş bir kasap. Modern zaman baskısına yenilmiş. Nostaljisini kaybetmiş. Emektarları ayrılmış. Hizmet anlayışı fabrikasyona dönüşmüş. Gönlünce eskiyememiş bir yer. Ben biliyorum da o bilmiyor belli ki…

Benden önce gelmiş, siparişini vermişti. O da, ben de, birbirimiz için herhangi biriydik. Beklerken dayanamadı. “Babam hep buradan alırdı, sizin iyi müşterinizdi” dedi. Durakladı. “Ama artık alamıyor. Öldü babam”… Sessiz çığlığı, kalbimin duvarlarına çarptı. Bir tepki bekledi ama gelmedi. Kasap, hafifçe ve mecburiyetten başını salladı ve etleri doğramaya devam etti. Havada asılı kalan çığlığının görünmez parçacıklarını tek tek toplamak ister gibi, son bir hamle yaptı. “Tabii nasıl gelsin, ölünce!” dedi, bir öncekinden daha ıssız bir ses tonuyla. Ancak yine bir tepki alamadı. Oysa, ona soracaklarından emindi, babasının adını. O da söyleyecekti. Onlar da babasını hemen tanıyacaklar, öldüğüne şaşıracaklar ve üzülecekler, ne beyefendi bir adam olduğunu anlatacaklar, hatta bir kaç ortak anı paylaşacaklardı belki de. Ama öyle olmadı. Kimse ilgi göstermedi. Ne kasap, ne de tezgahtaki diğerleri. İşlerini yapmaya devam ettiler. Duyarsızlardı.

Oysa ben o anda, onu tanıdığımı biliyordum artık. Bildiğim acıyı taşıyordu omuzlarında. Aynı saniyeler içinde aynen hissediyordum, çektiği acıyı. Biliyordum, anıların izini sürmeye geldiğini o akşam, o kasaba. Kim bilir, ne kadar acı çekerek gelmişti. Ayakları kaç defa geri geri gitmişti kim bilir. Babasının hep geldiği bu yere gelebilmek için gücünü toplamak; belki birlikte geldikleri zamanlarda, hafızasında yer eden o kapıdan sarsılarak içeri girerken, adımlarının dolanmasını engellemek; babasının kasapla sohbetlerini ve tembihlerini duyumsamak; babasını tanıyan bir eski tanıdıkla karşılaşmak, biliyorum ki içinde beslediği ümitti. Ama işte bu yerde, kimsenin umuru değildi. Ne olmuş yani; ölmüşse, ölmüştü babası. Kimler, kimler ölmüyor muydu hem. Hayat, herkes için devam ediyordu. Ama ben kalbimde duyuyordum ne hissettiğini. Boğazındaki düğüm, benim de nefesimi kesiyordu. Babasını, karşısındaki insanlarda bulamamış olmasının hayal kırıklığını, duyduğu acıyı, tanıyordum. Ona dönüp, “sizi anlıyorum” diyebilmek istedim. “Nasıl hissettiğinizi biliyorum”… Ama cesaret edemedim. O an kendisini tamamen kapattığını biliyordum. Belki 40’lı yaşların üstündeydi ama ne fark ederdi ki, babasının kız çocuğuydu işte. Farkıma varmadı benim. Ben onun için hala herhangi biriydim ama o benim için babasını çok özleyen, izlerini hayat boyu sürmeye devam edecek anılar gezginiydi…

Nurlar içinde uyu babacığım. Sen bizden gittin ama biz gitmeyeceğiz senden…

Kendini Dinle Bir
Yazı

Kendini Dinle Bir

Vicdanım, hayatım boyunca taşıdığım en büyük yüküm oldu. Elbette ben de yaygın kabul gören akıl oyunlarıyla, “hak edenler” ve “hak etmeyenler” ayrımı yapabilirdim ömrümce; ne var ki o zaman vicdandan değil bencilce bir karşılıklılık ilişkisinden söz edilebilirdi sadece.  

Yalnızca hak edenleri ayrıştırarak vicdanlı olmak, karşılığında bir beklentiyi de beraberinde getirir. Böyle olduğunda katıksız bir vicdandan değil ham bir hesaplaşmadan söz edilebilir ancak. Oysa vicdan insanın kendi özüne dönük bir yüzleşmedir; karşılık alamayacağını ve hatta görünürde zarara uğrayacağını bile bile, ayrım gözetmeyen bireyin kendisine karşı arıtılmış saflıkta olmasıdır. 

Zorlu bir sınavdır vicdanın hükümranlığında yaşamak; aldığın nefesin her evresinde, seni sınamak üzere sayısız tuzaklar çıkarır karşına hayat. Menfaatlerinin baskın olması, benliğinin galip gelmesi, manevi ödüllerin beklentisine kapılman için uğraşır. Sen yine de biricik iyiliğini sunmayı seçersin. Bunun sebebi iyi bir insan olduğun için değil vicdanlı bir insan olduğun içindir. 

Vicdan sahibi olmanın bağışlayıcı olmak ile de doğrudan bir ilişkisi yoktur çünkü bağışlayabilmek başka bir erdem derecesidir ve bu asalete erişmek, zorlu bir diğer yolculuktur. Ne var ki, bağışlayamadığın halde vicdanının sesi, öfkenin önüne geçiyorsa ve aldığın haz, verdiğin zararın meyvesi değil ise, hıncının değil vicdanının hükümdarı olursun.

Yine de bu yük bazen ağır gelir işte…

Ruh Eşi
Yazı

Ruh Eşi

Bu ruh eşi meselesi kadar beni boğan bir şey yok. Tanrım, ne kadar heyecansız ve sıkıcı! Düşünüyorum da insan neden ruhunun bir benzerinin daha peşine düşer ki. Yani ille de kendinin bire bir aynısını arıyorsan, kendi yükünü iki kat çekeceğine yalnız yaşa daha iyi. İnsan kendisine neden tekrar tekrar katlanmak ister, aklım ermez benim. 

Ruh dediğin, çalkantılarla geçen bir tekamül yolculuğunun biricik seferisidir. Vardığın yol, ulaşacağın hakikat limanının daima gerisindedir. Öylesine uzun bir yolculuktur işte… Gidersin gidersin de, varmazsın, varamazsın. Nice sefer daha ömrünü tamamlayıp, tekrar doğman gerekir. Öyle hamdır çünkü ruhun. Şimdi düşün ki bir de bu yolculuğu ruhunun ikizi ile yapıyorsun. Kendi hamlığın yetmedi bir de ikizinin ki… Çekilir mi o yol! Nasıl edineceksin o zaman, senden başka olandan. Aynı şeylere gülmek, aynı şeyleri sevmek, birlikte kızmak, birlikte tapınmak. Biri nasıl hissediyorsa diğerinin de aynı şekilde hissetmesi, birini ne mutlu ediyorsa diğerinin de aynı mutlulukla bezenmesi. Hep birbirine bir yaranma hali. “Senden farklı düşünmüyorum, sana aykırı düşmüyorum” kabulü üzerine bir hayat kurmak. Sürekli bir uyum, aksaksız anlaşma sıradanlığı. Günahın bile aynısını işlemek. İfade ederken dahi içim daraldı. Yaşam kaotik bir alandır ve huzurun ardına düşmek, gerçek üstü bir saflıktır. Ruh eşini aramak ya da “buldum” sanrısı ile sığınıp kalmak, bu kaostan sakınmak için kolaycılığa kaçmaktır. 

İnsanın kendisini yansıtanı arayışı, “birbirimize öyle benziyoruz ki, çok iyi anlaşıyoruz” savı, kendi olma yolculuğunun daha epeyce başında olduğunu düşündürür bana. Elbette, birliktelikte haz vermeyen mutlak bir uyumsuzluğun pençesinde çırpınmamalı. Ne var ki, cazibeden dem vuruyorum ben; mücadelenin cazibesinden. Ben karşımdaki ile aynı düşünmezken onu anlayabilmeyi isterim. Benden pek çok farklı yönünü çözümleyebilmek için uğraşmanın derdine düşmek isterim. Ben gülüp geçerken onun neden ağladığını duyumsayabilmek isterim. İnsanı en çok insanın büyüttüğü gerçeği ile zor kazanımları tekrar tekrar deneyimlemek isterim. Kendine benzemeyeni reddetme hırçınlığı barındırır aykırılık. Farklılığı kabullenebilmenin olgunluğuna erişmek isterim. Ben, büyük bir aşkla severken, tutku ile vazgeçebilmek; delice özlerken, arkamı dönüp gidebilmek; gittiğimde nefessiz geri dönmek; döndüğümde kalmamak isterim. 

Bir kavgası olmalı insanın hayatta. Onu büyüten, eğiten, tekâmülünde yolunu açan, benliğini eşsiz kılan bir kavga. Kendine has, benzersizliğine has, yegane oluşuna has bir mühürü olmalı ruhun; sırları, kendi dergahında saklı olan. Böyle ruhların ikizi yoktur; yansımalarını aramaya öykünmezler, özgürlüğün egemenliğinde. Göz alıcı yalınlıkları ve sadece kendileri kadar biricik ruhların yoldaşlığı vardır kutsal yolculuklarında…

Ölümsüz Sarmal
Yazı

Ölümsüz Sarmal

Dilediğin kadar diren. Bundan önceki tüm hayatlarında beni seçtin ve bu hayatında da yine istediğin ben oldum. Neyindim bilmiyorum ama hep yakınındaydım varlığının. Ruhun her yeni doğuşunda izlerimi sürdü ve tekrar tekrar buldu beni. Kimisinde hiç kavuşamadık ve hatta tanışamadık bile belki de ama benliğin hep benimdi, bu yaşamda da olduğu gibi…

Kaçınsam
Yazı

Kaçınsam

İyi gelmiyor bana bu akşam üzerleri
Bu zihnime dolanmış düşünceler
Aklıma takılan dalgın çehren
Issızlığa çarpan sesin
Sensizliğim, bana iyi gelmiyor

Neredesin, kiminle şu an
Kime emanet tuzlu tenin
Alaylı kıvrımları tebessümünün
Esintiye karışan ıhlamur kokusu
Bu ürperti, bana iyi gelmiyor

Dilimde mühürlü sözcükler
Adaya giden vapur
Dalgalarda sallanan kayık
Bu gördüğüm sen misin limanda
Her yerde yansıman, bana iyi gelmiyor