Author: İlkşen (İlkşen Çetintaş)

Home / İlkşen
Tozlanıyor Gözlerim, Baktıkça İştahlarına
Yazı

Tozlanıyor Gözlerim, Baktıkça İştahlarına

Oturduğum sofraların, donatılmış mezelerin, içi sözde eşsiz lezzetlerle tıka basa dolu tabakların ya da jan janlı masalarda kristal kadehlerin yakın çekim resimlerini paylaşmam için beni vurmaları gerekir…

Ben bahçeden toplanmış al kirazın, misafirlere hevesle hazırlanmış acemi işi pastanın, çiçekli örtüler üzerinde ikram edilen ve eşsiz aile saadeti ile etrafında toplanılmış sıcak poğaçaların, ya da dost meclisinde şerefe kaldırılan kupaların, resimlerden taşan masumiyetinden bahsetmiyorum. Sahici samimiyeti kucaklayabilecek kadar öngörü, kalbimizde demlenerek yerini buldu, ömrümüzün vardığımız dönemecinde. (Ki ne kadar uğraşsak da öyle ham ki özümüz)… 

İşte bu doğal refleks ile dolaylı, dolaysız imalarla sergilenen gösterişin her türlüsünü reddettiğim gibi, zihnimize körlemesine ittiririlen ve sofranın mahremiyetini, yabancı gözlerin edepsiz iştahına sunan teşhirciliği de reddediyorum. Bu tür fotoğraflar paylaşılarak verilen mesaj her ne ise (tadını çıkardığım, keyifli bir hayatım var; böyle masalar donatacak kadar çok param var; zengin bir sosyal çevrem var, birlikte yer içer eğleniriz; ben gurmeyim, müthiş bir damak tadım var; çok seyahat ediyorum ve yöresel tadları atlamayacak kadar bilinçli bir gezginim; yalnızım zannetmeyin, kendime keyifli masalar kuruyorum ve bundan zevk alıyorum; eşim dostum çok, sohbet sofralarında çevrem kalabalık ve renkli; seçkin zevklerim ve şık masalar etrafında toplanan elit dostlarım var, vs.) yadırgıyorum. Doğrusu, bu çabaların “başka insanların ilgisini çekmeye muhtaç olma durumu” yaratan bir duygu yoksunluğundan kaynaklandığına inanıyorum… 

Şüphesiz ki hepimiz bir biçimde ilgi çekmeyi seviyoruz. Yaşantımızı, “başkaları ne der” üzerine kurguladığımız gibi sosyal medyada yaptığımız paylaşımların temelinde de, “ben buradayım ve varlığımın ispatı için kendimi beğeninize sunuyorum” dürtümüz var. Yüzleşmek zor olsa da yadsıyamayacağımız gerçeğimiz bu. Ancak yine de karşısındakini yanıltabildiği gafletine düşmeyen, gönlü yerde bir yolu yordamı olmalı bu bitmez benlik mücadelesinin…

Tarifsiz
Yazı

Tarifsiz

“Sen benim zaferlerimsin” dedi. Düğümlendi nefesim. Tarifsiz bir sevgiyle sarsıldım. Zaferleriymişim onun. Bilmiyordum…

Cin olmadan adam çarpmaya çalışanlara, dans rehberi
Yazı

Cin olmadan adam çarpmaya çalışanlara, dans rehberi

Beni dansa davet edenin, dans etmeyi bilmesi yetmez. Arjantin Tangosu bilmesi gerekir; hatta Latin danslarının tüm tarihçesini bilmesi gerekir ki Bolero’nun, Ça Ça’dan farkını anlayabilsin mesela. Ya da Salsa’nın diğerlerinden ne başkalığı var, özümseyebilsin. Hangisi salon dansı, hangisi halk dansı, gözü kapalı ayırt edebilmeli ki, ben birinden diğerine süzülürken, elleri boş kalmasın müziğin ortasında. Hem zordur karşımda kıvırırken, adımlarımı sayması, ahengime uyması. Tango, akıl ve duygu ilişkisi gerektirir ve bu ikisi arasında kusursuz bir koordinasyon. Demek istediğim, felsefesi vardır dansın; dolanır ayaklar birbirine, akışa karışmazsa ruh…

Hayatı boyunca kendisini ve yeteneklerini geliştirebilmek için azimle çalışmış olanların karşısına, kendi küçük dünyalarının, kurnaz adımları ile çıkanlar, müziğin ritmini duyamazlar. Oysa ritmi hissedebilenlerde, sağduyu vardır; kendileri ve çevreleri ile uyumları, gözalıcıdır; nezaketleri ve içsel bütünlükleri zorlamasızdır. Kendilerini bilmeyenler, ömür boyu ayak oyunları ile sahne almaya çalışırken, gerçek dansın zerafeti karşısında ezilip dururlar.

E hal böyle olunca, yetmez sadece üç beş çakal adım öğrenip, karşısına geçmek, özü kavramış olanların. Bilmelidir insan, kiminle dans ettiğini. Bilmelidir ki, kendisine saygın bir yer edinebilsin, bilenlerin arasında…

Ölüyorlar, Duyuyor musun
Yazı

Ölüyorlar, Duyuyor musun

Yaman bir sızı
Tam can evimde
Kıvranıp da dokunamadığım
Duyumsayıp da savamadığım
Zehirli bir sancı fikirlerimde

Durmaksızın bir ateş
Çıplak ayak bastığım gecelerde
Kapısına vardığım evlerde
Düştüğü yeri yakan feryatlar
Kimsenin işitmediği sözlerde

Hangi cennette buluştu
Yaşarken baharı tatmamış yiğitler
Halaylarla uğurlanıp
Kefenlere sarılmış dönenler
Sorsam isimlerini bilir misin
Mehmetçik deyip geçtiğin gölgeler
Unutma minnetle
Onlar, sen yaşa diye ölenler

Hamle
Yazı

Hamle

Yönetişim, usta bir satranç oyuncusu olmayı gerektirir. Bu oyunda kendini bilmez piyonlar, vezirlerin gölgesinden dahi korkarak yaşamaya mahkumdurlar….

Adı Olmaz Şehitlerin
Yazı

Adı Olmaz Şehitlerin

Biz uzaklaştıkça umudun kıyısından
Sahiller şenlendi
Unuttular
Görmez olduklarında

Onlar şuursuzca sarılırken
Sahteciliğine hayatlarının
Biz sessizce ve vakur
Göçtük ebedi doğuya

Ne sundun ki, ne bekliyorsun
Yazı

Ne sundun ki, ne bekliyorsun

İnsanlar tanıdım, mutsuz. Ne kadar gizleseler de hep mutsuz. İçlerinde büyüttükleri dikenli kaktüs kurumasın diye durmaksızın sularken gösterdikleri özeni, hayatları boyunca bir küçük karıncaya dahi göstermemiş olanlar tanıdım. Sevgiye hiç erememiş olanlar…

Onlar, saklayamadıkları hınç, kalplerinden sözcüklerine, yargılarına, sözde arkadaşlıklarına, isyanlarına, itirazlarına, başlarına geleni sorgulama biçimlerine açık veya gizlice yansıyanlar. Kendi kurumuş dallarının ucunu çentikleyerek mızrak yapıp, diğerlerinin meyvelerle dolu dallarına uzanarak, ağacı silkelemeye çalışanlar onlar; yükseldikleri ayak uçlarında her seferinde sendeleyip düşenler. Başkalarının hayatlarını gıpta ederek sinsice izlerken, öykünürken, kıskançlıkla kendi kadersizliklerine isyan ederken, aslında tam da ilahi dengenin devrede olduğunu kavramaktan aciz olanlar…

Ne acınası bir şuursuzluk. Ne zavallı bir tükeniş hali. Bir sormalı bakalım, “sen ne sundun hayata, karşılığında ne bekliyorsun?” diye. Dönüp tek bir defa bile yüzleşmişler midir acaba ahlaki ve vicdani değerleri ile. Bir kere olsa bile kendilerini güvenli limanlara demirlemeksizin, uğrayacakları olası zararları hesaplamaksızın, sunarlarsa karşılığında ne alacaklarını hesaplamaksızın, haksızlık etmemek adına çırpınıp durmaksızın, kendilerine karşı adil olabilmek için bencillikleri ile yüzleşmekten kaçınmaksızın, sadece ve en yalın biçimi ile “iyilik” adına varlıklarını ortaya koymuşlar mıdır ki, hayat da onlara aynı yalın zenginlikle dönsün! Dönmez işte, çırpınmasınlar boşuna dönmez…

Onlar şanslarına isyan ederek, “benim neyim eksik?” diyerek, kusuru Tanrı’da aramaya ömürlerince devam edecek olanlardır. Onların nesi eksik biliyor musunuz? Kalplerinde o saf, katıksız iyilik tutamı eksik. İyilik, “kimseye kötülüğüm yok ki…” sanrısı ile Tanrı’dan cenneti dilemek aymazlığı değildir. İyilik, bir var olma biçimidir. Kutsal, tılsımlı bir ibadettir. İnsanın yegane şahidi, çevrelendiği uğultulu kalabalıktan önce, kendi vicdanıdır.

Şimdi bir derin nefes al ve düşün bakalım; en küçük eylemini bile hafızandan süz. Hesapçılığını gizlediğin o en gizli köşeyi senden başkası göremese de sen bir göz at şöylece. Bul o karanlıkta kalmış zulalarını. Ya göm daha derine ya da savur at denizlere. Alnın değerken vicdanının secdesine, hesap verebiliyor musun cennetin bekçilerine…

Ne Çare
Yazı

Ne Çare

Hoşçakal dersin ve bitmez
Ne zihninden uçar kokusu
Ne avuçlarından arınır yokluğu
Durmaksızın barınan bir özlem
Gözlerini yumsan
Hayallerde asılı buğusu

Vazgeçmek istersin
Buhar olmasını dilersin
Nafile oysa
Bağımlılığını kabullenmezsin
Değdiğinde rüzgarına
Tutunur canına
Bağrına çivilenmiş hasret
Dinmez ki bugünden yarına

Her kaçışın
Büyüyen ızdırabın
Kabullen teslimiyetini
Direnemezsin zulmüne aşkın
Bırak, sürüp gitsin böylece
Bu bağlanış, senin yazgın

Rıhtım
Yazı

Rıhtım

Martıların çığlığına dolanıyor
Uçuşan saçlarım
Tuksaklığında sonsuzluğun
Delice özgürüm içinde anın

Gidersin de, Varamazsın
Yazı

Gidersin de, Varamazsın

Her şeyin üzerine geldiği zamanlar olur. İnsanlar, olaylar, yaşadıkların, duydukların, öğrendiklerin, müdahale edebildiklerin, önlemekte aciz kaldıkların, sevdiklerin, sevmediklerin, artık sevmek istemediklerin… Daha büyük bir sistem içinde olup bitenler; kanına dokunanlar. Acımasızlık, kötülük, savaşlar, katliamlar, annelerin feryatları, bundan beslenenler, gericilik, yobazlık, rant, istismar, cehalet, cehaletin sadece cahil olanı değil edindiği güç ile seni de ittiği kör kuyular… Giderek hürriyetinden yoksun bırakılman, medeniyete, aydınlık zihinlere hasret kalman, çaresizlik, büyük bir öfke… İnsanların kalplerinde barındırmadıklarına şahitlik ettiğin sevginin yoksunluğundan büyüyen o ürküten karanlık. Kıskanç olanlar, haset olanlar, içleri fesat, hain olanlar… Acı çekene merhameti olmayanlar, ayrımcılık yapanlar, ahiret adına kula zulmedenler. Zulmedenlere biat edenler…

Sanki giderek ruhun bir mengenenin arasında sıkışmış gibi gelir. Nefes alamaz olursun. Olan bitende kendi sorumluluğunu ararsın. Ben daha iyi bir insan olsam, Dünya daha iyi bir yer olur muydu diye düşünmeye başlarsın. İnsanlık yaşar mıydı?

Üzerinde taşıdığın yük, giderek Dünya’nın kendisi olur. Döndükçe, seni öğütür. Çığlık atmak istersin de sesin sadece kalbinin duvarlarına çarpar; duymaz canından öte olanlar bile. Benliğini bırakıp gitmek istersin. Hemen oracıkta bırakıp, çekip gitmek… Tamamen hür başına, kaygısız, odaksız, mutlulukla kutsanmış olarak. Arkana bakmadan nefes almayı sürdürürken, yeryüzündeki tüm iğde kokularını içine çekmek için sabırsızlanırsın. Gücünü sadece öz varlığından alarak kuşatmaya hazır olduğun evren, seni çağırır hoşgörü ile önyargısız. Kimsenin derdini, tasasını, karamsarlığını yanında taşımadan, can atarsın yıldızlarla taçlanmaya. Kimse için üzülmeden ve kimse yokluğunu duyumsamadan, ufukta kaybolmak istersin. Hazırsındır…

Ne var ki, prangalarını bileğinden sökemeyeceğin gelmemiştir aklına. Tek adım atarsın ki, hayat tutunur paçalarına. Silkelersin de düşmez yakandan. “Gidemezsin” der; “kolay mı o kadar, kucaklaşmak kendinle”… O zaman anlarsın ki, sen hiç özgür olmamışsın ki zaten. Senin kendi mabedin olmamış ki hiç. Kendin için yaşamamışsın, hayallerinde bile. Hislerin, tutkuların, özlemlerin sana ait değillermiş. Hayatın dahi kendi avuçlarından taşmamış da akıp gitmiş duraksız, öylece. Başkaları için çırpınırken yarattığın hapishanelerin tutsağı olmuşsun, yolu gizlice kazılmış tünellerin sönük ışığında yanıltan bir hürriyete değil yine aynı bölünmüş hücrelere çıkan…