Kategori: BLOG YAZILARI

Home / BLOG YAZILARI
Algıda Seçicilik
Yazı

Algıda Seçicilik

Türkiye’de, cinsiyetler arasında fırsat eşitsizliği uçurumunun kapatılmasında ve cinsiyetçi her türlü bakış açısı, söylem ve yönelimin sonlandırılmasında, hepimizin yapabilecekleri var. Bu bilince ve inanca sahip bir birey olmak dahi, içinde yaşadığımız topluma tarifsiz bir katkı. Bu yönde sürdürülebilir sosyal sorumluluk çalışmalarının içinde doğrudan yer alma olanağınız olmayabilir ancak kendi sosyal çevrenizde, farkındalığınız ile dikkat çekebilir ve bir çekim alanı yaratabilirsiniz. Kim bilir belki gün gelecek, kadın/erkek ayrışması ve din, dil, ırk, sağlıklı, engelli, cinsel tercihler ayrımcılığı yapılmadan, statüsüz bir bütünden ve bu bütünün toplamına sunulan haklardan bahsedebileceğiz. 

Bu bilinci geliştirebilmek o kadar önemli ki. Bir biçimde yakınınızda veya erişebileceğiniz etki alanınızda olan insanları bu gözle değerlendirmeye başladığınızda ve bu konuda giderek daha keskin bir farkındalık geliştirdiğinizde, pek çoğunun, hatta sözde eğitimli ve aydın olanların dahi, nasıl da ayrımcı bir zihniyete sahip olduklarını, içiniz sızlayarak ve içten içe duyduğunuz bir öfke ile gözlemliyorsunuz. 

Sıradan görünen ama aslında kadının obje edildiği fıkraların, karikatürlerin, fiziksel özelliklerinin ön plana çıkarıldığı fotoğrafların, reklamların; kadını sadece mutfakta iş yaparken duyulan tabak çanak sesleri ile özdeşleştiren sözde duygusal bağlaçların; sözüm ona kadının kutsal varlığına ithaf edilmiş kimi cinsiyetçi şiirlerin; gerçekte önemli bir istismarın parçası olduğunun bilincinde olmak önemli. 

Çevrenizdeki insanların söylemlerine kulak kesilin. Kadın bedeni ve cinsiyeti üzerinden örneklerle, esprilerle iletişim kuran; sosyal medyada, whatsapp gruplarında kadın fotoğrafları ve kadının aklını sorgulayan sözde şaka ağırlıklı paylaşımlarda bulunan; çıplak erkek fotoğraflarını ya da karikatürlerini veya yakışıksız fıkraları, “bak kendimizi de teşhir ediyoruz” manipülasyonu ile aslında o ortamda bulunan kadınların rahatsız olmasından zevk alarak pazarlayan; kadının toplumdaki rolünü cinsiyetçi önyargılarla kalıpların içine sıkıştıran; kadının hangi domestik işlere uygun olup hangi işlerde çalışamayacağını, kırılmaz önyargılarla savunan insanlardan birine dahi, inatçı bir kararlılıkla, istismara hizmet ettiğini anlatabilirseniz, tek kişilik bir STK gibi davranmış olursunuz. 

Eskiden böyle insanlara karşı büyük bir antipati ve kızgınlık duyar, fersah fersah uzaklarında dururdum. Sosyal medyada vs. anında arkadaşlıktan çıkarırdım. Ama uzun zamandır, bunlarla bireysel olarak da mücadele edilebileceğinin sorumluluğunu taşıyorum. “Ne kadar etkili olabilirim ki?” demiyorum. Kurumsal ve STK gönüllüsü rollerimin dışında, yazarak ulaşabiliyorsam yazarak, konuşarak ulaşabiliyorsam konuşarak, bir değişimin mutlak parçası olmaya çalışıyorum.

Kadının eline evlilik cüzdanını verirken, kaç çocuk yapacağını dikte ettirmekte, kadının bedeni üzerinde tahakküm kurmanın, bin bir yolundan biridir. Öyle sayısız örneği var ki… Kadınlarla iletişim kurarken, sözde bir candan tavır ile sırtlarına dokunan, beline sarılma cür’etini ve sırnaşıklığını gösteren erkeklerden değilseniz örneğin, bunu yapan hemcinslerinizi uyarın. Bunun bir kadın açısından rahatsızlık duyulan ve aslında temelinde tacizin bir biçimi olduğunu; hiçbir kadına, onun yakınlığı ve istemi olmadan dokunulamayacağını anlatın. Ya da metroda veya otobüste, bacaklarını yayarak oturup, yanındaki kadını sıkıştıran, karşısında oturan kadına, muhtemelen iktidarsızlığını baskılamak için güç gösterisi yapan kaba ve saklı sapıkları uyarın; bu şekilde yayılan bir erkeği görmezden gelmeyin. Neden ille de mağdurun feveran etmesi bekleniyor?

Sözüm sadece erkeklere değil ki; kendi kızını ya da yakınını dünyadaki her olumsuz dış etkiden korumaya çalışan ve pamuklara sarıp saklayan bir anne, bir teyze, bir kardeş iseniz, başkalarının kızlarına da aynı naiflikle yaklaşın; bir başka annenin evladının namus bekçisi olmayın, yargılamayın, yaşı küçük ama ruj sürmüş diye, mini etek giymiş diye, saçını maviye boyamış diye, sosyal medyada popülist bir çığırtkanlıkla, bir kız çocuğunu linç ettiğinizde, toplumumuzda erkeklerin zaten çoğunlukla var olan cinsiyetçi bakış açılarını nasıl da yayarak meşrulaştırdığınızı; kadını ötekileştiren erkeklerden farkınız kalmadığını idrak edin. Yorum yaparken, bir yargıya varırken, vicdana uygunluğa dikkat etmek bu kadar zor mu…

Sen de yaz, sen de anlat, sen de bir STK’da görev al ya da ne bileyim kendine bir kardeş okul edin, git orada gönüllü roller üstlen, katkını öner. Bir başına da olsan gayret et. Belki sen de karaya vurmuş ya da vurmak üzere olan bir deniz yıldızına can verebilirsin. Ya da o deniz yıldızını kurumaya mahkum eden sığ bir zihniyeti aydınlatabilirsin… Kim bilir, belki…

O iyi insanların hepsi, o güzel atlara binip gitmediler
Yazı

O iyi insanların hepsi, o güzel atlara binip gitmediler

Hayatımda iyi insanlar oldu, çok iyi insanlar. Bu iyi insanların karşıma çıkma evrelerini üçe ayırabilirim.

İlk evre, bildiğim tüm iyilerin kümelendiği çocukluğum; ki bunlar zaten aile büyükleri idi ve sevgileri ile varlığımı koruyan cennet hazini idiler. Bir de elbette çocukluk arkadaşlarım bu kümenin içindeydi ve hepimiz o kadar küçüktük ki, masumiyetin çemberinde iyilikten başka bir gerçeğimiz yoktu. En büyük hayal kırıklığımızın, yakan top oynarken yanmak ve saklanırken sobelenmek olduğu yıllardı.

Sonra gençliğimde hayatıma giren iyilerle bezendim. Üniversite yılları; çoğunlukla liseden devam eden ve üniversitede edinilen arkadaşlıklarla büyüyen gençlik çevresi. Masumiyetin hala daha yaygın olduğu ancak artık mutlak egemen olmadığı zamanlardı. Aklımız, sömüren ile sömürüleni kavramaya yetiyordu. Çoğunluğumuzun hayat şiarımız, meselelere bakış açımız ortaktı. Haliyle ODTÜ idi burası. Yaşayabilir miydi aramızda vatanperver olmayan. Ruhumuz devrimci, defterlerimizde Nazım’ın şiirleri. Ağaçlarımız katledilmemiş; Cumhuriyet ilelebet payidar. Atatürk ve Cumhuriyet’e bağlılığın dışında bir nefes alma biçimi olabilir miydi? Gençlik başımızda dumandı ama birbirimize ders çalışmaya gitmek için dahi ailelerimizin arkadaşlarımızı mutlaka tanıması gerekirdi. Cep telefonu ne demekti! Bir yere buluşarak gideceksek ve birimiz gecikmişse hepimiz birden bıkmadan beklerdik gecikeni, geldiğinde bizi bulsun diye kararlaştırdığımız yerde. Böyleydi bağlılığımız birbirimize ama yine de içlerinden birileri çok daha yakın, çok daha dost, çok daha iyilik doluydu, candı.

Sonra mezuniyet ve iş hayatı. İş hayatı bambaşka bir sosyal çevre ve ağır bir kütle olarak yaşantıma girdi. Birçoğu ile ortak bir geçmiş yoktu, alışkanlıkların aksine. Kendi seçtiğin değil, sistemin içinde yer almandan dolayı mecburiyetlerin yolunu kesiştirdiği insanlar. Artık iyilik yaygın olmadığı gibi, olabildiğince seyrekti. Rekabetin, çıkar ilişkilerinin, başarılı olanı çekememe düzenbazlığının sınırları çizdiği, “diğeri önüme geçer mi” hesabı ile çelme takanların giderek dünyanda iyilerden çok daha fazla yer kapladığı zamanların başlangıcıydı.

Olanı biteni anlamaya çalışırken; durumu o güne kadar aldığın terbiye, yetiştirilme tarzın, geldiğin korunaklı geçmiş, masum geçen çocukluk, hak, hukuk, sosyal adalet inancı ekseninde geçmiş gençlik yıllarında edindiğin ve bildiğin doğrularla idare etmeye çalışırken ve herkesin güvenilmeye değer ve layık olduğunu öncelikli ilke kabul ederek ilişkilerini kurarken; sayısız defa yanıldığın, hakkının yenmesi ile sarsıldığın, zayıf olanı öğüten çark ile tanıştığın ilk zamanlar ve ardından gelen tüm o yıllar…

Görevlerin ve yetkilerin arttıkça atladığın eşikte karşına çıkan insanların bilenmiş, dişlenmiş, belli güç odaklarına biat ederek bir yerlere gelip pozisyon kapmış, tamamen güvenilmez kimseler oldukları ve it sürüsü gibi cirit attıkları evre. Buna rağmen, bütün bu yapay ortamlar içinde, hiç bozulmamış ve kimliğini korumuş olanlarla birbirinin çekim alanı içine girmen. İş arkadaşı olarak başlayıp, müthiş bir dostluğa dönüşen ilişkiler. Bunlar arasında varlığından tamamen güç aldığım ve ilişkimiz daima bir mesafe ölçütünde kalmış olsa da, manevi varlığının değeri tarifsiz olan insanlar da oldu. Bu insanlar biliyorum ki her zaman ve koşulsuz olarak beni gözettiler, sakındılar ve zararın bana değmesine fırsat vermeden önünde bir aşılmaz duvar oldular. Bu duvarlara çarpanlar, bir daha can bulmadı. Bu onurlu ve iyiyi kötüden, sahiciyi sahte olandan ayırt etme muhakemesine ve vicdanına sahip olanların da hayatımdaki yeri başkadır ve öyle kalacaktır.

İşte çocuklukta çoğunluk olarak başlayıp giderek azınlığa dönüşen bu iyi insanlar, hayatımı şekillendirmemde, ne olursa olsun dostluğa olan inancımı kaybetmememde, insanlarla yeni bir ilişkiye başlarken güvenmemek esasının insanı koruduğunu çoktan kavramış olmama rağmen yine de birilerinin daima güvenilir kaldığına şahitlik etmemde, rehber oldular.

Bu iyi insanların bir kısmı, muhtemelen şu an bu yazıyı okuyor. Bazılarını artık eski sıklıkta göremiyorum. Bazıları ile yıllar var, bir araya gelemiyorum. Bazılarının hayatını, ben yakınlarından ayrılınca başkaları doldurdu, benim de hayatımı başkalarının doldurduğu gibi; ama biliyorum ki, yerimi alamadılar, onların da yeri dolmadığı gibi. Bazıları ile uzaklığın getirdiği alınganlıklar oldu, sitemler özlemdendi. Bazıları ise onları ne kadar çok sevdiğimi ve belki de artık tamamen kopmuş olsak da, yaşadığım sürece kalbimde taşıyacağımı hiç bilmediler.

Bu satırları okuyan, hayatıma giren ve bana daima iyiliğin sihirli değneği ile dokunmuş olanlar kendilerini bilir çünkü saf iyilik, barındığı insanı aydınlatır. Onlara dostlukları ve içtenlikleri için minnettarım. Hayat her birimiz için başka rotalar çizmiş olsa da, yolculuğun bir bölümü bu iyi insanlarla birlikte geçti. Ben biliyorum ki, araya giren zamana rağmen, o güzel atlara binen o iyi insanlar, aslında hiç gitmediler. Ne zaman insanın piçine kalsam, çağırdığımda duyacaklar ve dört nala koşup şahlanacaklardır; beni aynı iyilikle sarmalamak için…

Sessiz Veda
Yazı

Sessiz Veda

Gözlerin aradığında göremezsen eğer, bilirsin ki sessiz bir vedadır yokluğu. İçinde ıssız yarınlar barındırır ve söylenmemiş türküler…

Bir ben var, benden içeri
Yazı

Bir ben var, benden içeri

Kimi zaman filmlerdeki iyi karakterler ya da kötüyü betimleyenler, rollerini o kadar inandırıcı oynarlar ki, giderek tekrarlayan benzerlikte roller üstlenmeleri beklenir ve artık bir diğeri olamazlar. Onları izleyenler ise, bu sahileşmiş oyuncuları, yarattıkları etkinin dışında bir kimlikle bütünleştiremezler.

Öyle sanıyorum ki, benim kendi üslubumca yazarlık denemelerim de, kendi özelim ile giderek özleştirilir oldu. Kaleme aldığım her durum, doğrudan yaşadıklarım ve hissettiklerim gibi kabul görmeye başladı. Zaman zaman beni arayan arkadaşlarımın, korumacı bir iyi niyetle, “her şey yolunda mı?” diye sormalarından anlıyorum, algının aldığı biçimi. Buna sevinmeli miyim? Bu kadar inandırıcı mıyım?

Yazarlık esas mesleğim olmadığına göre, kendimden tamamen bağımsız bir profesyonellikte yazmadığım bir gerçek; içinde mutlaka bana ait bir öz var, duygularım var, deneyimlerimin yoğurduğu bir sorgulama biçimim ve hayata dair bir felsefem var. Ancak kendi özeli ile ilgili pek az şey paylaşmayı tercih eden biri olarak, tamamen olan biteni yazdığımın düşünülmesi de epeyce yanıltıcı olmaz mı? Çekirdeğin etrafında ki örgü, kurguyu inanılır kılıyor.

Hüznü yazmak, beni daha az mutlu biri mi yapar?

Hayatın sıradanlığından bahsetmek, ömrümün renklerinden maviyi mi çalar? Yaşamın içindeki kaostan dem vurmak, beni daha az huzurlu mu yapar? İnsanların maskelerinin gerisindeki riyayı kavramak, dostlarımın güvenirliğini sorgulanabilir mi kılar? Uyumdan bahsetmek, beni daha az direnişçi mi yapar? İnatçı bir mücadeleyi anlatmak, beni daha az barışçıl mı yapar? Aşkın manasını irdelemek, beni daha az aşık mı yapar?

Epeydir devam eden bu durumun farkındayım gerçi ama doğan sonuç, istem dışı değil ki! Böyle değil midir esas gaye? Yani okuyucunun zannettiği yazar olmayı mümkün kılmak. Ne var ki bu yansımayı yaratabilmek, bilinir yazarlar için muhtemelen bir başarı kabul edilirken, benim gibi kendi özgür dünyasında birkaç satır karalayanlar için giderek kısıtlayıcı olmaya başlıyor. Yazdıklarımla, hayatımdan ipuçlarının peşine düşülüyor. Oysa ben sadece bir kesit sunuyorum. Bütünün onlarca başka kesiti de var. Hepsini anlattığım mı varsayılıyor?

Aslında kendi gerçeklik düzlemimde, benden müthiş bir optimizm ya da görüneni olduğu gibi kabullenme kolaycılığı beklemek, beni anlatmaz. İlişkilerimde içtenliğe, yapıcı ve olumlu tutuma ne kadar önem versem de, durumları ele alırken, girdileri birbiri ile ilişkilendirmeden, sonuca varmam. Yazdıklarımdan yansıyan didikleme ve kimi zaman ifadelerimdeki pesimizm de bundandır; ne var ki bütünüyle de beni tariflemez.

Bir köşe yazarı olsaydım elbette yazdıklarım bağlayıcı olabilirdi ama benimkiler düşsel ve herkesin kendi dünyasında başka öykülerde karşılık bulabilir. Bu nedenle kendi sayfamda daha az yazmayı tercih edip, yaşadıklarım ile birebir bütünleştirilmemek üzere ayrı bir mecrada, denemelerimi sürdürüyorum.

Ben elbette benim. Yazdıklarım içsel yansımamdır; ancak duygularımdan iz sürerek, her yazdığımdan bir manaya varılması, okuyucu için yorucu olur.

Demem o ki, yemeğin lezzeti benden, zihninize değen tadının keyfine varması, dilerseniz sizden. Hepsi bu…

İyilik
Yazı

İyilik

Havanın grisi boğmasın seni. Güneş kalbinde, sen sadece iyiliğin peşinden gittikçe. Bugün sevdiklerine öyle sarıl ki tarifsiz bir derinlikle, unuttur geri kalanını dünyanın; sunduğun sevgi, sonsuzluk olsun, yerinin biricik olduğu gönüllerde… Neyin önemi kalır ki, bu gerçekliğin ötesinde…

Zordur Beni Yolumdan Çevirmek
Yazı

Zordur Beni Yolumdan Çevirmek

Çocukluğumda da böyleydim ben; inatçıydım. Dayatılan veya inanmadığım hiçbir durumu, kabullendiğimi hatırlamıyorum. İçgüdüsel olarak kendimi keşfetmiş olmalıyım daha çok küçük yaşlardan başlayarak. Sınıfta en çok kimi eziyorlarsa, o benim en iyi arkadaşım olurdu. Kim kibirle davransa en çok onu görmezden gelirdim, böbürlendiği şeylerin ona bir değer katmadığını anlaması için. Yabancılarla birlikte okuduğum bir okulda, sınıfta konuştuğum için İngiliz öğretmen beni sınıftan çıkarınca, koridorda beklemeyi reddettim. 7 yaşındaydım. Bir çocuğu arkadaşlarının yanında rencide etmenin yanlışını anlasınlar diye, üç ders boyunca okul bahçesinde saklandım. Okul yönetimi öyle büyük bir panik yaşadı ki beni bulamadıkları için, babamı aramak ve durumu anlatarak özür dilemek zorunda kaldılar. Bir çocuğu cezalandırarak değil yanlışını kavramasını sağlayarak öğretmeyi öğrendiler belki de böylece. Almanya’da okuduğum yıllarda, kasiyer önümdeki Türk emekçiyi küçümsemişse, Almanca bilmeme rağmen ısrarla Türkçe konuşurdum, kabul görmemenin ve iletişim kuramamanın zorluğunu O’da yaşayarak anlasın diye. İşçi, emekçi sınıfına içimin titremesi, sömürülmelerine isyanım, hor görülmelerine duyduğum öfke, henüz herhangi bir ideolojinin farkında olamayacak kadar küçük olduğum halde, bir bölümü Almanya’da geçen çocukluğum ve sonrasında gurbetçilerle yeniden yolumun kesiştiği ilk gençliğimde, şahit olduklarıma dayanır.

Bu amatör çabalarım, yıllar içinde yaşadıklarım ve gözlemlediklerim ile ustalık kazandı. Giderek ahlaklı ve ilkeli olmayan her durumu ve aralarındaki bağlantıyı, hızlı kavrama farkındalığını geliştirmemi sağladı ve elbette deli cesaretle karşısında durmamı. Kaybetmekten korkmamak, şiarımdı…

İş hayatımın ilk masum zamanlarından itibaren, çarkın nasıl döndüğünü, izleri sürerek öğrendim. Bir nevi, iz sürmeyi öğrendim diyebilirim. Bu sebeple, hiçbir güç odağına biat etmedim. Kişisel menfaatlere pek uygun ama tüm paydaşların zararına olan hiçbir istismarı, görmezlikten gelmedim. Durumu değiştirebilecek gücüm varsa, dünya karşımda dursa, etki alanımı daraltmadım. Yılmadım. Ancak bunu çözümsüz çatışmalarla değil, sağ duyu, farkındalık ve kararlılık ile yürütme gayretinde oldum. Kolay olmadı pek çok zaman. Asla yalan söylemedim. Bu tutarlılık, istisnasız yolumu açtı. Mutlak bir çözümsüzlüğün olduğu durumları zorlamanın ise, şuursuzluk olduğunu kavradım. “Ya Sev ya Terk Et” ise felsefe, ben zoraki sevmek yerine, varlığım ile bağdaşmayanı geride bırakarak, yol almaya devam etmeyi seçtim. Bu, kişisel ilişkilerimde de böyledir.

Tüm bunların ne ekonomik güçle ilgisi var ne de kendini vazgeçilmez zannetmekle. Tam aksine en kolay harcananlar, kendilerini en tekil zannedenlerdir. Bu, sadece inançla mücadele edebilme ruhu, azim, zorlukların üstesinden gelebilme adanmışlığı, mutlak adalet duygusu ve gücünü sadece ve sadece kendinden almakla ilgilidir. Kimseye yaslanarak medet ummamak, temel ilkedir. 

Bu uğurda kimilerine göre kayıplarım oldu. Benimse, zenginliğimdi. Yıllar içinde, karaktersiz insanların hangi ortak özellikleri taşıdıklarını ve hangi ortak yöntemleri kullandıklarını öğrendim. Kendileri gibi olanlarla nasıl güç birliği kurduklarını ve çamurda nasıl kök saldıklarını, ne kadar alçalabileceklerini gördüm. Sinsiydiler. İki yüzlüydüler. Artık onları, karanlıkta bile gözü kapalı tanır oldum. Buna rağmen çok defa güvendiğim ve yanıldığım da oldu. Yanılgılarımı, derslerim ve seçimlerim olarak kabullendim ama esaslı güvenimi kıran birine asla tekrar güvenmedim. Güvenimi kaybedenler, beraberinde katıksız bir dostu da kaybetmiş olduklarını kabullenmekte zorlandılar; yeniden kazanmaları da mümkün olmadı. Aralarında bir zamanlar çok sevdiklerim de oldu ama bu sevgi, güvensizliğin gölgesinde titrek bir mum ışığı gibi giderek tamamen söndü.

Çok sevdiklerimi hiç sevmemişçesine geride bırakabilme gücüne sahip olduğumu biliyorum. Bu beni özgür kılıyor. Değmemişse, değmemiştir. Büyütülecek bir mesele olmamalı. İnsanı en çok kalbi yanıltır; bu insani durumu özümsemeli. 

Pek azı dışında anlam yüklenmiş eşyalar biriktirmem, çiçek kurutmam, günlük tutmam. Bunların beni hantallaştırdığını ve düne mahkum ettiğini bilirim. Geçmişin solgun anıları ve vesveseleri ile yol alamam. Yüzleşebilmek gerek. Belki de çocukluğum ve gençliğim boyunca tek bir yere ait kalarak büyümediğim için, geçmişle takıntılı bir bağım olmadı hiç; geçmiş beni sadece geleceğe taşıyan bir köprü. Hepsi bu. Hayatın içinde hiçbir zaman sükunet ve huzur aramayacak kadar gerçeğin bilincindeyim. Yaşamın kendisi kaotik iken, içinde durağanlık aramak mümkün olabilir mi? Ama doğru yönetilebilir. Dingin kalarak yaşamayı kavramak önemli ama aptalca avuntularla değil, kendini kandırarak değil. Kendini olduğundan başka yansıtarak, bir etki alanı yarattığın yanılgısına düşerek değil. Sahici olabilmek en zor sınav. 

Aklıma esti yazdım. Bu an da, yarın dünde kalacak….

Sendrom
Yazı

Sendrom

Kentliye ne de yakışır, “sendrom şımarıklığı. Yeni bir haftaya uyandığında işi, gücü, geliri bir de sendromu vardır. Elinin altındaki konfor alanını iyice sağlama alıp, şöyle bir dudak büzer… Pazar akşamından başlamıştır, Pazartesi’ye sataşmaya. Oysa onun, ertesi günün tasasız aydınlığına burun kıvırdığı, “ne çabuk geçti hafta sonu” diye yakındığı tam da o dakikalarda, aklına dahi gelmez nice kadının aynı zaman diliminde tecavüze uğramakta olduğu, şiddetin en ağırına direnmeye çalışırken, çığlıklarını kimsenin duymadığı öldüren darbeler aldığı; kaçırılmış nice çocuğun tam o dakikalarda en ağır sapıkların tacizi ile ruhlarının çırpınarak ezildiği; aile içinde ensest kurbanı o masum yavrulara tam da o saniyelerde, karanlık köşelere sıkıştırılarak, en yakınları eliyle en aşağılık insanlık suçunun işlendiği; kandırılmış, mecbur edilmiş, sığınacak çatısı kalmamış kaç genç kadının daha, fuhuşun çamurlu çıkmazına o dakikalarda girdiği; kaç gencin tam da o zaman uyuşturucuya saplandığı;  minicik kalbi korku ile kasılmış çocuk gelinin ucunda oturduğu yatağın, o saniyelerde kanlı çarşafa bulandığı… 

Yeryüzünde çok fazla acı var, ızdırap ve keder var; seninle aynı anda aynı havayı soluyan ama aynı hayatı insanca yaşayamayan; insanlık onuru, gelecekten ümidi, bir küçük sevinci elinden alınmış; bedeni, benliği, varlığı zulüm gören milyonlarca mağdurla aynı evreni paylaştığını unutma. Düşün bunları, duyumsa; tek bir defa, tam şimdi, şu anda gözlerini kapat, sakin kal; çarpan kalbini dinle önce ve sonra yüreğini aç sonuna kadar. Duyabiliyor musun çığlıklarını, yakarışlarını, korkusunu, acısını tam da şu anda hayatı elinden alınmakta olan nice kadının, çocuğun, gencin… Duy ve gitmesin kulağından acının sesi; hatırlatsın sana gerçeğini hayatın, sen giderek daha gözü kararmışçasına her öykündüğünde, sahip olduğundan daha fazlasına…

Dua
Yazı

Dua

Hayata karşı duruşunda, “deneyimlediklerimden öğreniyorum” diyebildiğin sürece güçlüsün. Canının acısına kulak asma. Geçecek, sen büyüdükçe. Şimdi camları aç, içine derin, temiz bir nefes çek ve hayatın ne kadar yaşanmaya değer olduğunu ciğerlerinde hisset. Zamanın senin adına en adaletli biçimde çalıştığını ve sessiz tanıklığını duyumsa. Sakin ve huzurlu kal. Kendini çok sev. Tanrı’ya, seni her gün arındırdığı ve yanında sadece saf iyilik barındıranları muhafaza etme muhakemesi bağışladığı için şükret… 

Prangalıdır Aşk
Yazı

Prangalıdır Aşk

Hangisinin sen… “Çok mu aşık, çok mu seven?”…

“Birbirlerine çok aşıklar” denen çiftlerin aynı tornadan çıkmış kalıplar içine sıkışmışlıklarına içim acımıştır hep. Bir başına birey olamama hali ve diğerinde kendi yarısını aramak, kişinin acizliğidir. Aşkı, kendine benzer birini bulmuş olmakla tariflemek ise, en büyük kolaycılık. “Ruh eşimi buldum” diyenler, yaşamlarında yazık ki, sahici aşkı bulamamış olanlardır. Oysa insan, varlığının bütünlüğünü koruyarak da sevebilir pek ala; kendini yarıya bölerek, diğerinin yarısından bütüne gitmek, kendini eksilterek çoğaltmaktır. Bir şeyler noksan kalır…

Bir ilişkiyi yürütürken kim istemez ki kendi gibi düşünen, kendi gibi davranan, aynı şeylerden zevk alıp, aynı şeylerden haz etmeyen biriyle olabilmeyi. Çatışma yok, anlaşmazlık yok, kendini ifade edebilme mücadelesi yok, karşındakini tanımaya çalışma yetisini geliştirme derdi yok. O senin ruh ikizin nasıl olsa, koşulsuz diğer yarın; sen neysen O’da O’dur konforu, ne de caziptir… Oysa işin özü başkadır göründüğünden. İlişkilerini mükemmel bir uyumla yürüttüğü algısı yaratan çiftlerden biri aslında diğerine koşulsuz aşık olan, diğeri ise kendine aşık olanı belki de bir lütuf ile seviyor olandır. Karşılıklı bir aşktan söz edebilmek, inandırıcılık ister…

Benim şiarım, Louis Aragon’un “mutlu aşk yoktur ama ikimizin aşkıdır bu yine de” yalınlığıdır. Her ne kadar burada tariflenen mutsuzluk, II. Dünya Savaşı’nda, Almanların Fransa’yı işgalinin yarattığı mutsuzluğun gölgesinde, bireylerin mutluluğundan bahsedilemeyeceği olsa da, nihayetinde işin aslını en çarpıcı biçimde anlatır. Ki Aragon dahi gerçek aşkı bulamamış, kırk iki yılını birlikte geçirdiği Elsa’yı ölürcesine severken ve uğruna yazdığı şiirler, nice kadını kasıp kavururken, Elsa’nın sadece sevilmeyi sevdiğini, karısının ölümünden sonra acı biçimde öğrenmiştir. Onları birbirine bağlayan da, işte bu birinin diğerine tapınma hali olmuş ve böylesine aşık bir şair dahi, karşılıklı aşkı bulamamıştır.

Aşk tek taraflı olabilir şüphesiz ancak bu da anlamlı bir bütün oluşturmaz. Nadir bulunanı, karşılıklı olanıdır. Çok bağlı olmak ya da onsuz yaşayamamak hatta uğruna canını vermeye razı olmak, derin bir sevgiyi tarifler ancak aşkı anlatmaz. Böylesi yoğun bir sevgiyi bulmak da zordur şüphesiz ancak nadir değildir. Ender bulunan aşktır ve o kadar az rastlanır ki, insanlar duydukları büyük sevginin aşk olduğu kabulü ile yaşarlar; oysa bu bir avuntunun gölgesinde saklanmaktan başka bir şey değildir.

Şüphesiz ki, aşkın temelini mutsuzluk oluşturur ve bu kaide, sökülüp atılamayacak kadar derindedir. Aşk, insanın zihnini kemirerek, irade gücünü tüketerek, kalbini oyarak, kendine yer edinir ve durmaksızın acıtır. Aşk, kaybetme korkusu ve bu duygunun kalıcılığının endişesi ile beslenir; bu sebeple mutluluk daima andadır ve sürekliliği yoktur. “Çok aşığım, midemde kelebekler uçuşuyor” hissi, bir sanrıdan ibarettir, tamamen yüzeyseldir ve o kelebeklerin verdiği mutluluk, ömürleri kadar kısadır. Aşk, bireyin bilinç altında, aslında varlığının taşıyamayacağı kadar büyük bir ağırlıktır. Verdiği haz, can yakar.

Birinin diğerine duyduğu hisler, ne kadar tarifsiz hoşlukta olsa da, benliğini yakmıyorsa, o aşk olabilir mi… Böylesi yoğunlukta duyguların anlam karşılığı sevgidir, bağlılıktır, adanmışlıktır, sahiplenmedir belki ama aşkı anlatmaz. Aşkta itirafsız bir teslimiyet vardır da, kimliksiz bir itaat yoktur… İşte çoğunlukla taraflardan birinin diğerine biatı üzerine kurulu ilişkiler, ilişkiyi sürdürebilmek ve sevdiği kişiyi kaybetmemek adına bir özveridir ancak aşk, başka bir şeydir; durmaksızın içine çeker girdapları…

Birey, aşkın yarattığı bağımlılığa karşılık öz savunma mekanizması geliştirir ve kendi içinde ardışık bir gitme istemi barındırır. Gözlerini kapamak, geride bırakmak ve öylece gitmek… Ne var ki, özgür bireyin bu hali, ikircikli durumunu reddederken, eş zamanlı kabullendiği bir duygu sarmalı içinde hükmünü aralıksız sürdürür. Bağımlılığı reddetme boyutu, bireyin aşkının da büyüklüğünü anlatır. Üzerine kahve dökülmüş bir küçük kağıt parçası, boyası kalkmış bir toka ya da ucu kemirilmiş bir kalem dahi, aşkın iliği kemiği oluverir. Hatırlatan, anımsatan ne varsa, can bulur; ne atılabilir ne savrulabilir en alelade nesneler bile; ete, kemiğe bürünür, zihninin duvarlarına yapışır.

Aşk, derin bir tutku ve bu hezeyanın beraberinde getirdiği büyük kavgaların barınağıdır. Bu sebeple ne sürekli bir uyum ne de aralıksız bir öfke hali baskındır. Çünkü biri sıkıcı diğeri ise kavgacı olmaya yönelimdir ve her iki durum da aşkı beslemez. Aşkın kendi içinde, plansız ve hesapsız bir dengesi vardır. Varlığı hesaplanabilir olduğunda, kavuruculuğu da sönmeye mahkumdur. Göz önünde yaşanan, birbirlerini diğerlerinin yanında iltifatlara ve öpücüklere boğanlar; durmaksızın ilan-ı aşk edenler, ilişkilerinde ispat ve gösteriş ihtiyacı barındırırlar ki, bu dahi tutkunun asaletini taşımaktan uzaktır.

Aşkta sürekliliği olan yegane duygu “özlemdir”. Onu hep ve sarsılarak özlemek… Uzaklıkla ilgili değildir özlem. En çok da yanındayken özlenir; tuttuğu avuçların yanarken özlenir, en şiddetli kavgaların ortasındayken özlenir, bırakıp giderken özlenir, dönüp kavuşurken özlenir. Aşk yetinememe halidir.

“Birlikte ilk aylar, haydi belki ilk bir kaç yıl aşk vardır sonra sevgiye dönüşür” anlayışı, fikrime egemen olamaz. Aksine, aşk demlenir. Zaman geçtikçe daha çok ve daha tarifsiz bir kıvam alır. “Aşkımız yerini sevgiye bıraktı” diyenler, aşkı hızlı kalp atışları düzleminde yaşamış, bilinmez inlerine girememiş olanlardır. Aşkın ne yaşla doğrusal bir ilişkisi vardır ne de beraberliğin uzun yıllardır devam ediyor olması ile. Tamamen özgün ve koşullardan bağımsızdır.

Birinin diğerine duyduğu sahici aşkta, genel geçer görüş birliğinin kısıtlayıcılığı da yoktur. Güzellik, akıl, yetenek, cazibe bir ön koşul oluşturmaz. Mecnun’un, Leyla’ya aşkı efsanedir de, ne Leyla’nın çehresini biliriz ne de Mecnun’un. Leyla için “ama çirkin” dendiğinde, “onu bir de benim gözümle görün” diyen Mecnun, aşkın bir kalıbı olamayacağını, en naif korumacılıkla anlatmıştır.

Kendi çalkantısında sarsılır her aşık.

Ne dediğim mutlaktır elbette, ne de itiraz eden haklıdır. Masumiyetle sor kendine sadece, hangisisin sen; “çok mu aşık, çok mu seven ?” Yanıtın, kendi doğal tarifini yaratacaktır, hislerinin…

Prangalara vurulmuş yaşamaktır aşk; senin savurduğun anahtarı denizlerin dibinde yosunlu bir deniz kabuğunun arasında öylece sıkışmış, soluksuz…

Uzaklarına Tutunuyorum
Yazı

Uzaklarına Tutunuyorum

Ne kadar yalın, o kadar karmaşık olanı severim. Kendisini anlatmadıkça çoğalan, sen sustukça seni duyumsayan, ruhu kimsede benlik bulmayan, ıssızı severim… 

Kuşatılsam nicesi tarafından, o uğraksız gezgini tanırım. Nefesi dolanır boynuma, tutunmayışından tanırım. Ait olmayışından tanırım; söylemediklerinden tanırım; kendisine yabancılığından tanırım; kendisini görmezden gelişinden; biricikliğini bilip de, bildiğini önemsemeyişinden tanırım. Erişemeyişim, kederlendirir; dokunabildim zannederim, değemediğimi anlarım. Elini uzatır, tutamadığımı kavrarım. Ağladığında kucaklarım da, sadece kendine sığındığını özümserim; suskunluğunu taşırım en derinlerde; taşıdığımı kabullenişini bilirim. Barındırdığı yalnızlık, kalabalıkların arasında saklanır; hüznüm peşi sıra varlığı ile kutsanır.

Böyle sarmasa yoksunluk seni keşke; uzaklara demirlemese gözlerin. Sen rengîm olsan, ben sana tutuşan rânâ. Barınmasan gölgesinde gamların. Bıraksan elemi, akışa karışsa; hep bir anlam aramasan olanda. Yahut ben, öyle mutlu olabilsem ki keşke, ikimize de yetse yarenliği. Dünya taşsa avuçlarımızdan, kâniata sığmasa ayş’ımızın her bir zerresi. Ne var ki, ezeli beslediğim keder, benden kopabilir mi? Mutluluk anda ve an zamansız bir sevgili; kapıldığında terk eden, geçmişe dönüşen bir silüetin esareti. Böylece taçlandırdığım hüzün, taşkın bir aymazlıkla bizi kuşatabilir mi. İbaret olabilir miyiz mutluluktan; bu olmaz bir ümidin pençesi değil mi… 

Seni tanıyorum, sen bensin biliyorum. Ulaşamayışım sana bundan. Sen anlatamadığım, sen haykıramadığım, sen bağlanamadığım gerçekliksin; uzaklıksın, yakınsamasın, herkesten gizli. Yoldaşlığın suskun, hep vazgeçmeye meyilli. 

Defalarca gittim de, bilinmedi gittiğim. Sen ise hep oradaydın; karşıladın gelişlerimi ve uğurladın dönüşlerimi. Aitsisiz biz; kutsamışız hiçliği. Sen gelirken dönenim ve sen dönerken gidenim ben. Bir yerinde zamanın kesişeceğiz elbet; bana göre geç, sana göre erken…