Yol
Her zorluğu fırsat görerek, yolunu kendi açmalı insan. Sadece duygusal dayanıklılığı olanlar, yılmayanlar ve gücünü daima kendine olan inanç ve özgüveninden alanlar başarabilir…
Her zorluğu fırsat görerek, yolunu kendi açmalı insan. Sadece duygusal dayanıklılığı olanlar, yılmayanlar ve gücünü daima kendine olan inanç ve özgüveninden alanlar başarabilir…
Bazen birilerini seversin. Gerçekten seversin ama… Göz ucuyla takip edersin. Usulca, naif. Aralarda bir telaş peşlerine düşersin; Oradalar mı diye. O güvenli uzaklıkta duruyorlar mı diye. Oysa o birilerinin böylesi sevildiklerini bilmeleri mümkün değildir. Neden mi? Bir tanışıklık bile yoktur çünkü aslında veya bir kesişme ihtimali bile bulunmaz, uzak gelecekte dahi. Ya da bilirsin birbirini de, kapanmaz mesafeler vardır arada. Böylece sürüp gideceği, kaçınamayacağın gerçeğindir. Kabullenişindir.
Düşünürsün o halde; neden sevdiğine sebepler bulmaya çalışırsın. Tanışmadığın veya pek az tanıdığın ya da hemen hiç yakınında bulamayıp da kimi zaman karşılaştığında dakikaları bile bulmayan kısacık sohbetlerde, o birileri sana kendilerini nasıl anlatmış olabilirler, çözemezsin. Bazen ilgi bekleyip, göremediğin zamanlar olur. Kendince gücenirsin de hatta. Sonra gülersin bu gelin güvey haline. Hadsizliğine kızarsın. Derken, bulursun sebebi. O birilerinin bu dünyadaki varlığını, var oluşlarını sevdiğini kavrarsın. Nefes almalarını, bir biçimde hayatının içinde olmalarını sevdiğini özümsersin.
Böyle işte. Bir dengesi vardır hayatının, kim oldukları senin zihninde kayıtlıdır sadece. Ne sen açık edersin adlarını ne de onlar bilebilir böyle önemsendiklerini. Sırları arasına karışırlar hayatının, ıssızca…
En son ne zaman, tüm benliğine yayılan huzurun dinginliğinde, yaradılışına minnet duydun? Sanki, bedenin sana ait değilmiş ve ruhun bir tüy hafifliğinde, avuçlarından esen meltem rüzgarlarına kapılıp, gözden kaybolmuş gibi sonsuz evrene karıştın?. Fakat, yanıtlamadan önce iyi düşün. Anlık bir hazzı tariflemek değil benim seni de içine çekmeye çalıştığım… Yalın bir akşamüstü, elinde sana anı unutturan bir romanın, zamanın akışını hızlandıran gerçek üstülüğü ya da kulağına çalınan Stavroz’un tüm huzursuzluğuna perde çeken minimalist ritmi değil duyumsamanı istediğim. Sevdiklerinin yanında ve güvende olmaları ya da aynaya baktığında gözlerine yansıyan ve sadeliği ile hoşnut kaldığın aydınlık çehren de değil… Ne, kırlangıçların göçünü izlerken mucizelere inanmak ne de kalbinde taşıdığın iyiliğin gücü ile yaptığın naif bir yardım da değil sana verdiği huzuru tariflemeni istediğim. Sana, pürüzsüz bir tenden yayılan sabun kokusunun genzine dolan ferahlığından ve seni dünyanın el değmemiş bir gezegen olduğuna inandırdığı saflığından da söz etmiyorum…
Ben sana sadece, senden bahsediyorum. Seni tüm dış etkenlerden soyutlayacak ölçekte bir özgürleşmeyi anlatıyorum. Yeteneklerinden, vicdani değerlerinden ve idealizminden dolayı üstlendiğin sorumlulukların seni giderek ele geçirmesi ve sana dayattığı mecburiyetlerin yükünden nihayet arındığın bir özgürleşme hali. Varılması zor bir hedef. Ancak azimle mümkün olabilen, bağları koparabilme gücüne erişmek. Önce mutlak inançla karar vermek ve sonra adım adım gerçekleşmesine doğru yol almak. Her adımda daha fazla yeniden kendin olmak ve nihayet kendi öz değerini kutsayarak, bu değere katkı sunmayan dipsiz bir boşluğu, kendi kısır döngüsünde geride bırakmak. Hiç kimse ve hiç bir ideal uğruna değil, tek sefer dahi olsa kendin için nefes almak ve özgürlüğün göğsünde, huzurla sarmalanmak…
Şimdi artık az kaldı, dünya ile tekrar kucaklaşmaya…
Ufuk çizgisinin bittiği yerde, daima ve yeniden başlayacaksın. Seçimlerin, senin rehberlerin. Rehberlerine her uzandığında, açtıkları yol için minnet duyacaksın. Yaşadıkça ve sadece, gücünü tüm benliğin ile kendinden alacaksın. Ancak o zaman, bu gücün masumiyetinden, berraklığından ve öz varlığını egemen kılan iradesinden, diğerleri için de cesaret ve umut olacaksın…
Gidesim var, mıhlanmış gibi suskunluğa… Tüm sözcükleri bırakıp ardımda, ne uzaklara ne de yakınlara, bilinmez sahipsiz topraklara… İlk defa ben iz bıraksam ayak bastıkça ve izlerim silinse attığım her yeni adımda. Başım göğe değse ve avuçlarım nehirlere; gündüzler yıldızlarla kuşansa ve geceler lavantalarla…
Öyle dingin olsam ki, tomurcukların açtığını duyabilsem ve sesi çınlasa kulaklarımda, dönüşen kelebeğin kozalağında… İçimden taşsa sevincim ve coşsa mor salkımları ağaçların, güneş yakmasa ve üşümesem gecelerin ayazında… Bilseler nerede olduğumu ama bildikleri yere varılmasa; varsalar olduğum yere ama benden bir delalet bulunmasa…
Öyle gitmiş olsam ki, demlense dönüşlerim dinmez hasretlerin barınağında. Unutarak özlesem avutan seherleri ve unuttukça özlesem alaca sabahları… Eşsiz yolculuğuna bürünsem ömrümün ve varlığımı çeksem içime yeni doğmuşcasına. Çok sevdiklerim fikrimde, yürüsem alabildiğine, yollar bezeli olsa nar çiçekleri ile…
Olamadığı kadar özgür olsa ruhum; tılsımlı ışıklarla bezenmiş, dans etse çevremde. Baktığımda yeşile bürünmüş olsa akşam üzerleri ve sonra ay damlasa nehirlere. Dizginlenemese mutluluğum, huzurum evreni kaplasa. Yaşamak öyle yağsa ki üzerime, hüzün uğramaktan utansa…
Malum yaz geldi ve uyanan doğa ile birlikte, bu aşk meşk meseleleri de iyice zembereğinden koptu.
Sürdürülebilirliği olmayan ve tüketilmek üzerine kurulan ilişkiler, kendine has dinamikleri içinde belli bir gerçeklik ve hatta masumiyet taşır. Bir aldatmaca ekseninde kurgulandığı tüm taraflarca malum olduğundan, kimsenin kimseyi yanıltmadığı, sonu başından belli bir kapalı gişe oyundur nihayetinde. Ne izleyicisi biter ne de tiyatro metni değişir. Ne var ki, meraklısı için izlenesi olsa da senaryosu anlatmaya değer bir başkalık barındırmaz. Tam da bu sebeple, oyuncuları bir çekim alanı yaratmaz.
Benim daha ziyade durumun sosyolojik ve psikolojik boyutu açısından ilgimi çeken çiftler, özellikle evli olup, birbirlerine aşklarını uluorta ve en çok da sosyal medya üzerinden gösterişle ilan edenlerdir. Tabii birlikte geçirdikleri zamanların fotoğraflarını, düşünülmüş bir kaç cümle ile beğeniye sunan ve beğenilmenin memnuniyetini taşıyanları, kapsam dışında tutuyorum. Hepimizde bir biçimde var olan teşhir merakı, çoktandır hizmetimize sunulan servis sağlayıcılar sayesinde epeyce tatmin edilir bir kıvama ulaştığından, elde olanı sergilemek de şüphesiz olağanlaştı ve gördüğü genel kabul üzerine bilindik seyrini sürdürüyor. Hatta, hayatın doğal akışı içinde var olan aşkın, görücü rolündeki ahaliye gösterimi, bir örneklem ve olumluluk hali dahi barındırıyor.
Ortalama yaşamlar sürdüren bireylerin aşk hayatlarının bir kesitini, tanıdıkları ya da tanımadıkları insanlara, perdeleri hafifçe aralayıp, pencereyi de vasistas kıvamında açıp, içerisini az biraz göstermelerinin, eğlenceli ve heves uyandıran bir tarafı bile var denebilir. Ne var ki, birazı açılan pencereden sığışarak içeriye dalan epeyce iştahlı sivri sineklerin keyif kaçıran saldırılarından korunmak gereği de durduk yere bir zahmet; ki bu konuya girmeyeceğim.
Bana bundan çok daha ikircikli gelen, çiftlerin sanal ortamlarda, çoğunluğu ile tek sefer dahi karşılaşmamış oldukları insanların hazmına sundukları büyük aşkları! Birbirlerine sıraladıkları methiyelerin dayanılmaz sıradanlığı…
Bir aşkı büyük kılan nedir? İki insan arasındaki duygu derinliği, bu aşkın kesişen kümesinde olmayanların zihinlerine istemli biçimde ittirildiğinde, izleyicinin gözünde ilahi bir etki yaratabilir mi…
O şair ki, “karadutum, çatal karam, çingenem” diye seslendiğinde, uğruna ölünesi bir sevdayı, tarifsiz bir hakikatın sığınağında tasvir eder ve sürüklediği derinlikte vurgun yemek kaçınılmazdır. Aşk en naif, en yalın hali ile dizelerin arasında, romanların kalbinde geniş kitlelere sunulduğunda bile vak’ur edasını korurken, kendi halinde insanların aşklarını böylesine hercai ifşa etmeleri, ne mana taşır?
En özel anlara ait olduğu beyanı ile paylaşılan şiirler, mektuplar, “göklerdeki yıldızlardan daha parlaksın” minvalindeki eğreti iltifatlar, “aldığım nefessin, ömrümsün” türünde popülist göz boyamalar, tüketmeye hazır topluluğun ilgisine sunulduğunda, aşkın büyüklüğünü ispat eder mi? Aşk karşılıklı ise, diğerlerinin onayına ihtiyaç duyar mı?
Ben, bu çığırtkanlık durumlarında başka bir dürtünün egemenliğine inanırım çoğu zaman. Kendini ispat ihtiyacının dışa vurumu… Erkeklerin abartılı ilan-ı aşkları, eşlerinin uğruna ölebilecek olmalarından değil, sözde ölürcesine sevebilen üstünlükte bir erkek olduklarını ispat ve hayranlık uyandırma ihtiraslarından beslenmektedir diye düşünürüm. Bir yandan dişilerini, dosta düşmana karşı onurlandırarak, erklerini sağlama alırken diğer yandan türlerinde benzersiz oldukları kibiri ile tribünleri elde tutmaktadırlar. Kadınların çoğunlukla temel ihtiyaçları arasında ön sıralarda yer alan, “duyarlı bir erkek tarafından çok sevilmek” hülyasının baş kahramanı olma ve kim bilir belki de çeşitliliği arttırma hesabındadırlar. Kadınlar ise, hemcinsleri arasından, uğruna ölünebilecek kadar çok sevilen o tek kadın olmanın üstünlüğünü pekiştiren bu alicenaplığa inanır görünerek, imrenenlerin artan sayısına çetele tutarken, gerçekte özgüvensizliklerini ve korkularını gizlerler.
Aşk, bir kurgu değildir oysa… Girdaba kapılırken de, uzakları yakın sayarken de, delicesine mutluyken ve ölürcesine kederliyken de, zifiri karanlığı yaran deniz fenerinin ışığında ya da güneşe perde çekildiğinde de; kalbin kıyılarına çarpan dalgaların sesi, diğerlerinin tanıklığına ihtiyaç duymadan, insanın iç sesi ile yankılanır. Adı üstünde, “sevda” işte… Yegane ise gök kubbe altında yaşanan, hükümsüzdür başkalarının şahitliği…
Ne güzel yıllardı. Gençlik yılları. Tarifsiz iyilikte insanlar vardı çevremde. Dünya hep bozuk bir yerdi ama bütün o insanlar iyiydi. İyiydiler işte. Kendimizceydi tasamız, mühim zannettiğimiz masum dertlerimiz… Kalplerimiz temizdi, vicdanlarımız aydınlık. Çok sevdiklerimiz ve uzaktan bildiklerimiz vardı. Ama sevgimizden payına az düşenler bile şimdi düşünüyorum da kucaklanmaya değermiş. Dünyayı kurtarırız zannederdik. Öyle emindik ki fikirlerimizden, birbirimize kenetli düşüncelerimizden, yanlışı azimle karşımıza alabilecek cesaretimizden… Meğer gücümüz bilgeliğimizde değil, el değmemiş yüreğimizdeymiş. İnsan ne kadar beter olabilir ki, 18’inde, 19’unda, 20’sinde. Sanki bir serap gibi. O iyi insanlar, o vahada kaldılar…
Sonra yol aldık. Her yeni adımda, birileri belirdi yanıbaşımızda. Renkleri giderek karardı. Zift karasına dönüştüler. Cahiller… Eğitimsizlikten değil cehaletleri, çiğliğinden zihniyetlerinin. Görgüsüzler… Saraylarda büyümediklerinden değil görgüsüzlükleri, ceylan avlayan arsızlıklarından. Kirliler… Çamur yoğurdukları için değil kirleri, çamurun kendisi olduklarından. Nefesleri çürük açlar onlar. Açlıkları yokluklarından değil, besleyemedikleri ham ruhlarından.
Sevmiyorum böylelerini. Hiç bir yolu yok hayatıma sızmalarının. Ne kadar maskeleseler de kendilerini, ne kadar gizleseler de kuytu niyetlerini, ne kadar bal diye sunsalar da zehirlerini, kalbimden geçemiyorlar. Aklım yanılsa, fikrim yanılsa, gözlerim yanılsa, kalbim yanılmıyor işte, yanılmıyor ki…
“Neden anlatmıyorsun?” diye sordu.
“Bazen savaşarak, bazen susarak anlatırsın” dedim.
Gülümsedi.
“Seni duydum” dedi.