Ne güzel yıllardı. Gençlik yılları. Tarifsiz iyilikte insanlar vardı çevremde. Dünya hep bozuk bir yerdi ama bütün o insanlar iyiydi. İyiydiler işte. Kendimizceydi tasamız, mühim zannettiğimiz masum dertlerimiz… Kalplerimiz temizdi, vicdanlarımız aydınlık. Çok sevdiklerimiz ve uzaktan bildiklerimiz vardı. Ama sevgimizden payına az düşenler bile şimdi düşünüyorum da kucaklanmaya değermiş. Dünyayı kurtarırız zannederdik. Öyle emindik ki fikirlerimizden, birbirimize kenetli düşüncelerimizden, yanlışı azimle karşımıza alabilecek cesaretimizden… Meğer gücümüz bilgeliğimizde değil, el değmemiş yüreğimizdeymiş. İnsan ne kadar beter olabilir ki, 18’inde, 19’unda, 20’sinde. Sanki bir serap gibi. O iyi insanlar, o vahada kaldılar…
Sonra yol aldık. Her yeni adımda, birileri belirdi yanıbaşımızda. Renkleri giderek karardı. Zift karasına dönüştüler. Cahiller… Eğitimsizlikten değil cehaletleri, çiğliğinden zihniyetlerinin. Görgüsüzler… Saraylarda büyümediklerinden değil görgüsüzlükleri, ceylan avlayan arsızlıklarından. Kirliler… Çamur yoğurdukları için değil kirleri, çamurun kendisi olduklarından. Nefesleri çürük açlar onlar. Açlıkları yokluklarından değil, besleyemedikleri ham ruhlarından.
Sevmiyorum böylelerini. Hiç bir yolu yok hayatıma sızmalarının. Ne kadar maskeleseler de kendilerini, ne kadar gizleseler de kuytu niyetlerini, ne kadar bal diye sunsalar da zehirlerini, kalbimden geçemiyorlar. Aklım yanılsa, fikrim yanılsa, gözlerim yanılsa, kalbim yanılmıyor işte, yanılmıyor ki…