Author: İlkşen (İlkşen Çetintaş)

Home / İlkşen
Umarsız
Yazı

Umarsız

İstediğimde
En uzağına gidebilmeliyim yakınların
İstemezsem
Dönmemeliyim
En özlemle beklendiğimde

İstediğimde
Sevmemeliyim
Seni, onu, diğerini
Taşımadığımda ne olur sanki
Ağırlığını sevginin zihnimde

Avuçlarımdan dökülebilir gün ışığı
Kime ne
Ağarmadı gün diyebilmeliyim
Duymazdan gelip rindleri,
Nemli bir bahar sabahında
İstemezsem
Umursamamalıyım geçen ömrü
Hercai harcanmış saysam yılları
Hesabı kendime

Ne olmuş yani
Mecbur muyum
Aynı güzele tapınmaya ve
Tutsak mıyım
Ümidin beslediği alaca geleceğe

Ne yani
Ben diye bildikleri
İlle de ben olmalı mıyım
Korkmalı mıyım unutmaktan
En sevdiğim anıyı

Bir bir çıkardıklarında maskelerini karşımda
Duymak zorunda mıyım
Sahte yakarışlarını
Bağışlamalı mıyım
Benim seçimim diye
Samimiyetsiz zorbaları

Ya da en güvenilmez olana inansam kime ne
Aptallıklarımdan öğrensem ben de
Hep aklın peşinden gideceğime zoraki
Akılsızlık ne hafif yük
Tatsam nimetini
Umursamasam
Duyumsamasam
Görmezden gelsem
O hep sezinleyen kendimi

Sıradan sevsem bir kere de
Sırf heveslendim diye sevmeye
Heyecanlandırsa beni de
En bildik bakışlar
Kim bilir kaç defa dile düşmüş
Aynı lezzetsiz mısralar
Manalar yüklemesem
Benliğin esaretine
Olduğu gibi kabullensem
Tutsaklığını var oluşun ben de

Başkalaşsam
Başka biri olsam
Karışsam akışa
Uzlaşsam kavgalarımla
Beni görmeseler bir daha
Bana baktıklarında

Bana Soru Sormayın
Yazı

Bana Soru Sormayın

“En kahreden soru nedir?” deseler, gidenin ardından “kaç yaşındaydı?” diye sorulmasıdır derim tereddütsüz. Babamı kaybetmem üzerinden geçen günler boyunca, bu soruya sayısız defa yanıt verdim. Benim babam kaç yaşında olabilir? 40 yaşında olabilir mi örneğin veya 50… Soranın, üzmek niyeti ile sormadığını biliyorum ancak içgüdüsel bir hesaplama isteği ile soruyor merak eden. Yani ne kadar yaşlıysa giden, o kadar hak ona ölüm diye bir muhasebe yapıyor. Muhtemelen bir sıralama yapıyor zihninde. Bildiği tüm diğer ölümlerle kıyaslıyor. Yaşlı olanları ölüm kucakladığında, ezberi bozulmuyor ve yaşanmış bir ömür, ölümü meşru kılıyor. Elbette ne kadar genç ise insan, o kadar uzun bir hayat olmalı önünde ve şüphesiz sıra ile olmalı yaşama veda…  Bu yadsınabilir mi? Tanrı korusun sevdiklerimizi, gençleri. Ömürleri çok uzun olsun. Ama sırf yaşlıydı diye ölümü yakıştırmak veda edene, reva mı? Ya sadece yaş almışsa ama yaşlanmamışsa… Ya sımsıkı tutunmuşsa yaşama ve dolduruyorsa sevdiklerinin hayatını… Hiç hazırlamamışsa ayrılığa onu çok sevenleri? Yine de ezberimize mi tutunmalı… 

Ben kendimle ilgili bütün bu kederli günler boyunca fark ettim ki, tamamen bir savunma mekanizması geliştirmişim farkında olmadan. Babamın ne zaman yaşı sorulsa hemen ardından anlatmaya başlamışım onun aslında ne kadar sağlıklı olduğunu, aklının fikrinin berraklığını, üzerinde çalıştığı kitabın yayına hazır olduğunu, derin diplomasi bilgisini, bir tarihçi, bir sanatçı, bir ressam kadar engin entelektüel birikimini, en ufak bir hafıza deformasyonu yaşamadığını ve daha aklıma ne gelirse. Anladım ki sessiz çığlıklar atıp durmuşum, sırf ölümü yakıştırmasınlar ona diye. Sırf, “yaşlıymış ama” demesinler diye.

Şöyle bir kendimi tartıyorum da hayatım boyunca ben yaşlı birisi öldüğünde, arkada kalan yakınlarına “kaç yaşındaydı” diye sormadım. Bunun üzeceğini bildim. En genç ve cahil yıllarımda bile kavradım ki, her ölüm erken ölümdür… Acı verir, üzer, hiçbir söz teselli etmez. İşte bu yüzden sormamalı, “kaç yaşındaydı” diye. Bu yüzden siz de sormayın olur mu… Sormayın, ne olur sormayın. Yaşı yoktur çünkü sonsuz doğuya göç edenlerin…

Ekler
Yazı

Ekler

“di” ekini sevmiyorum… Severdi, içi titrerdi, özlerdi, içten gülümserdi… Nasıl anlatmak istesem, ne demek istesem hep sonunda bir “di” eki. Damağıma yapışmış acı bir tat gibi lezzetini çalıyor içinde kıvrılmak istediğim anın. Ben bugünde mıhlanmak istiyorum ama di’ler savuruyor beni yaşanmış olan zamanlara. Sürüklüyor ille de anılara, fotoğraflara, sevdiği eşyalara, okuduğu kitaplara, yarım kalmış yazılara. “Beni çok sever” demek istiyorum ama öyle gaddar ki zihnimin bekçisi, kazıyor “di” ekini bugünüme, yarınıma…

Gidenin Ardından
Yazı

Gidenin Ardından

Başka bir gözle dokunuyorum artık sevdiklerimin çevremde bıraktıkları izlere… Usulca ve alıcı gözle izliyorum onları yakınımdayken. Belki eskiden dikkatimi çekmeyen kimi sözleri; duymazdan geldiğim sitemleri, tembihleri; alışkanlıkları; mırıldandıkları şarkılar; sahiplendikleri; özlemleri; sevdikleri; yanlarından ayırmadıkları; bazen beni kızdıran, bazen ilgimi çekmeyen, bazen güldüren halleri; serzenişleri; ne varsa onlara dair tek tek kazıyorum hafızama. İz sürüyorum, topluyorum, depoluyorum birer birer benliğimde. “Bak bu an da önemli, bu söz de anlamlı, bu gülüşü kalbinde duy, çalakalem dinleme kulak ver sana her seslenildiğinde” diye telkin ediyorum kendime.

Ceylan ürkekliği ile yaşar oldum. Avuçlarından kayıp gidebilirmiş yaşamı insanın sevdiklerinin, anladım. Artık hiçbir paylaşımı olağan, olabilir ve doğal bulmaz oldum. Bir ritüel tadında sanki öylesine tekrar eden rutinler bile. Öğrendim ki, an geldiğinde bu izler öyle eşsiz bir değer kazanıyor ki, muhtaç kalıyor insan deli gibi, yaşanırken en sıradan görünen tek bir ana bile. Ben de izler bırakıyorum biliyorum. Farkındalığım daha yüksek. Hüzün yaymamalıyım benimle olan anılara, ben olmadığımda… Dağlamamalıyım hasretimle. Özenle bırakıyorum bu izleri artık. Gün geldiğinde sevgiyle değebilmek için beni özleyen yüreklere…

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş
Yazı

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

Bunca yıldır kitap okurum (ki, best seller kitaplara aldırmazlığım ile de kendimi payelendirmişimdir; buna “Gri’nin 50 Tonu”da dahil), gerçekten belki de ilk defa bir kitabı okurken bu kadar zorlanıp, yarıda bırakmaya durmaksızın niyetlenip, yine de bulduğum her boşlukta okumak için can attığım bir durum karmaşası yaşıyorum. Orhan Pamuk kitaplarının yaşattığı o hezeyandan bahsetmiyorum. Bunda, detaylı tasvirleri besleyen derin bir felsefe, bir o kadar saklı bir alaycılık, bozguna uğratılamaz bir tutarlılık, yazarın okuyucuyu satırların içine çekmek için sarf ettiği en küçük bir gayretinin olmamasına karşılık, okuyucunun romanı bitirmeden elinden bırakamayacağını mutlak gerçeklik saydığı müthiş kışkırtıcı bir sabır denemesi ile yüzleşiyor okur.

Seni okuyup, bitirmek üzereyim “Jose Saramago: Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”. Ve seni usulca rafdaki yerine kaldırdığımda, bu hangimizin zaferi olacak bilmiyorum…

Hafiflemek İçin Küçük Tüyolar
Yazı

Hafiflemek İçin Küçük Tüyolar

Her şeyin üzerine geldiği anlar olur; zihninde, ruhunda ağırlık yaratan… İşte öyle zamanlarda, pencereleri sonuna kadar açmanın ve sana tutunmaya çalışan toz zerreciklerini gökyüzüne savurup, evrenin boşluğuna düşmelerini izlemenin zamanı gelmiş demektir. Önce eşyalarından başla mesela. Şöyle bir bak etrafına, yokla zulalarını. “Gün gelir gerekir” diyerek yıllardır atamadığın o kadife çikolata kutuları, fiyonklar, kavanozlar, ıvırlar, zıvırlar var mı? “Ben biriktirmem!” deme. Biriktirdiğini biliyorum. Acil, kurtul onlardan.

Yaşadığın eve alıcı gözle bir bak. Nefes alabiliyor musun içinde. Mutluluk veriyor mu sana. Ferah bir nefes gibi sarıyor mu seni? Yığın yığın eşya ile mi doldurmuşsun yoksa. Peki seni boğmuyor mu bütün bu fazlalıklar, fazladan eşyalar… Hediye geldi ya da anısı var diye oraya buraya serpiştirilmiş, seni anlatmayan çerçeveler, vazolar, irili ufaklı zevksizlik sınırında objeler. Orada, burada yayılmış “okurum” diye atmadığın günü geçmiş gazeteler, dergiler. Peki ya çekmecelerin. Açtığında leylak kokusu sarıyor mu seni. Tasnifli mi çamaşırların, takıların, saatlerin, kol düğmelerin. Ya gardırobun mesela. Bir göz at bakalım. Şöyle kapağını açtığında, üst üste sıkışmış mı duruyor giysilerin. Birini giymek için onunu askıdan indirmen mi gerekiyor, bulabilmek için aradığını. Ne zamandır giymediğin ama ihtiyacı olana da vermediğin etekler, gömlekler, modası geçmiş kravatlar. Diyebilir misin ki, kullanıyorum ben hepsini. “Askıda renklerine göre dizili giysilerim, pırıl pırıl, hep ütülü” diyebiliyorsan, öpüyorum seni o güzel alnından. Ama sen yine de bir emin ol derim.

Haydi ayakkabı dolabını anlat bana. Ama samimi ol. Her giymek istediğinde, istediğin pabuç gözünün önünde mi. Yoksa terliklerle karışmış, çoğu ters dönmüş, ayağından çıktığı gibi tozu ile atılmış, tıkış tıkış mı? Sakın bana imkan meselesi deme. Sakın daha büyük evler, daha büyük dolaplar olsa başarırdım deme. Bence dön iç dünyana bir bak. Orada ne kadar yalınsan, ne kadar rafineysen, hayatın da o kadar saf ve durudur emin ol. Bana gelecek olursak, minimalist oldum daima. Fazladan tek bir eşyam, tek bir giysim yoktur. Stoklamam. Pirinç bittiğinde, şeker bittiğinde yedeği bulunmaz. Geçen ömrünü yedekleyebiliyor musun ki, ihtiyaçlarını yedekleyebilesin. 

Bu dediklerimi dene derim. Bak nasıl berrak, hafif, tertemiz bir duygu saracak benliğini ve baharın kokusu işleyecek, iliklerine. Öyle saf, öyle naif…

O AN
Yazı

O AN

Martıların çığlığına dolanıyor uçuşan saçlarım. Tutsaklığında sonsuzluğun, özgürüm anın içinde, delice…

Tesir
Yazı

Tesir

Fesleğen kokulu nefesiyle ruhuma üfledi. “Biliyorum acı çekiyorsun ama yeniden başlamak kışkırtıcıdır” dedi; sahiciydi…

YALIN
Yazı

YALIN

Hafif bir rüzgar esiyor; kim bilir belki de meltemdir esen. Saksıda fesleğen, avuçlarımda içime çektiğim kokusu. Sanki uzağıma düşse saksı ve esmese rüzgar, bitecek bir düş kadar naif gerçekliği…