Author: İlkşen (İlkşen Çetintaş)

Home / İlkşen
“Siyah Kuğu” – 1. Bölüm
Yazı

“Siyah Kuğu” – 1. Bölüm

Dedikodu sevmem ama bunu paylaşmam lazım. Nasıl olsa, anlatacağım kişileri ben de tanımıyorum. Gözlem yapmak, seyahatlere renk katmanın yollarından biridir; hem de yazmak için malzeme yaratan beklenmedik bir bereketi vardır…

Bugün İstanbul’dan Ankara’ya dönüyorum. Havaalanında, ‘uçakla sık seyahat edenler (CIP)’ salonundayım. Yanımdaki masada bir çift oturuyor. Samimi bir sohbet içindeler. Yan yanalar ve hatta el ele. El ele olmaları konu değil elbette ancak istemsiz biçimde dikkatimi çekiyor. Birbirlerinin elini masanın altından tutuyorlar. 40’lı yaşların sonlarındalar. İçimden tebessüm ediyorum; “herhalde bir ayrılıktan sonra böyle diz dize tekrar bir araya geldiler” diyorum ya da belki de ikinci bahar… Ortama göre bu kadar romantizm fazla zorlayıcı çünkü… 

Bu düşünceler, saniyeler içinde aklımdan geçiyor ve sonra ilgimi kaybediyorum. Bir zaman sonra kadın, masanın karşısına geçiyor ve böylece çaprazıma düşüyor. Elinde telefon birilerini yönlendiriyor. Burnumun dibinde konuştuğu için direktifleri duyuluyor. Belli ki bir yönetici. Aynı şekilde erkeğin de bir iş adamı ya da bir profesyonel olduğunu düşünüyorum. Üçümüz de birbirimizi fark ediyoruz. 

İzleyen dakikalarda bir başka grup hızlıca masaya yöneliyor. Kadın ve erkekle tokalaşıyorlar. Muhtemelen aynı şirketten kişiler. Hemen iş konuşmaya başlıyorlar. Aslında hala ilgimi çeken bir durum yok. Sadece çok yakınımda oldukları için konuşmalar kulağıma çalınıyor.

Derken içlerinden biri kadına dönüyor ve özür diliyor. Erkeği kast ederek, “sizi tanıştıramadık hem de geç kaldık, kusura bakmayın” diyor. Kadın soğukkanlı. “Sorun değil, biz de telefon görüşmeleri yapıyorduk zaten” diyor. Ayaklanıyorlar; böylece az önce el ele tutuştuğu erkekle tanıştırılıyor. O ana kadar meşgul olduğum telefon ekranından, şaşkınlıktan doğan bir tepki ile başımı kaldırıyorum, erkekle göz göze geliyorum sonra kadınla. Yoğun tedirginliklerini hissediyorum. Sanki tanışıyormuşuz ve bana yakalanmışlar telaşı ile gizlenmek isteyen halleri zihnime takılıyor. Malum, yıllardır insan yönetimi alanında çalışıyorum. Az biraz anlıyoruz beden dilinden. 

Yaşlarının geçkinliğine ve durumun tuhaflığına bakılırsa, muhtemelen biri veya ikisi de evli. Aynı çevrenin içindeler ve başta arkadaşları olmak üzere, belli ki yakın veya uzak kim varsa, yanıltarak yaşıyorlar. Tanık olmanın can sıkıntısı peydahlanıyor. Evde bekleyen eş ya da eşlerin kim bilir belki de duymakta oldukları kuşkuları, içlerini kemiren kurtların hayatlarında yarattığı tahribatı aklımdan geçiriyorum; ya da olan bitenden habersiz yanılgı ile sürdürdükleri yaşamlarını… Aldatanların, olası suçluluk duygularını ya da vicdan hesaplaşmalarını nasıl yönettiklerinin, kendilerini hangi mazeretlerle avuttuklarının, bu yasaklı hayatı sürdürmek için ne çok numara çevirdiklerinin izlerini arıyorum anlık. Belli belirsiz bir tiksinti duyuyorum. 

Şüphesiz bir sürü başka senaryo olabilir; işin gerçeği böyle olmayabilir. Henüz başlamış bir ilişkiyi paylaşmak istemeyen çiçeği burnunda bir çift olabilirler örneğin. Benim ki yalnızca seçeneklerden birine göre bir anlatım. 

Sadece bir anlığına, meşru olmayan bir durumun varlığını kabul edelim ve hatta bir başkasına yönelmek için kendilerince geçerli sebepleri olduğunu da varsayalım. Peki sonuç değişir mi? Bu senaryoda olmakta olan adil değil, dürüstçe değil, mertçe değil. Aksine, korkakça. İkiyüzlü ve riyakarca. Bir başkasını hayatına alacak kadar bir diğeri ile bitmiş bir ilişki varsa, yüzleşmekten kaçmak neden? “Ya sürmezse, elimdeki konfordan da olmayayım” hesapçılığı neden? Bu ikili sürdürülen yapay hayatlar neden? “Evimdeki cebimde, gönlümdeki elimde” sahteciliği neden?… 

İşte bir seyahat de, aklımda bu düşüncelerle gelip geçiyor ya da kim bilir, belki de henüz başlıyor…

Her Şey Özüne Döner
Yazı

Her Şey Özüne Döner

Kendilerine olağanüstü değer verilenler arasında pek azı, bu değerin kendilerinden değil de karşılarındakinin iflah olmaz yüce gönüllülüğünden kaynaklandığını anlayabilirler. Zaten anlayabilselerdi, atfedilen eşsiz değerde olurlardı ve pamuklara sarılıp saklanası nadidelikle göz alırlardı. Şüphesiz bu pek az rastlanır bir durumdur. Hal böyle olunca, yapılması gereken tek şey bu insanları kendi küçük dünyalarına iade etmektir. Sihrin kendilerinden değil de iyiliğin dokunuşundan olduğunu anladıklarında ve o iyilik artık onları sarmalamadığında, teneke barakalarına kimsesiz geri dönerler ve aynaya yansıyan silüetlerinde, kalplerinin karanlık kuytuları ile yüzleşirler… Dallarında olgunlaşmadan yerlere saçılan karadut taneleridir onlar. Damaklara tat vermeyen çiğlikte ve lezzetsizdirler…

Omurgalı kadınlardan korkmayın, onlar sizin korkularınızın panzehir
Yazı

Omurgalı kadınlardan korkmayın, onlar sizin korkularınızın panzehir

İş dünyasının tamamen erkek egemen tepe yönetiminde, tepe kadın yöneticilerin varlığını ve başarısını kabul edemeyen erkeklerin açığa çıkan vizyonsuzlukları, yetersizlik duyguları ve kompleksleri ile çevirdikleri entrikaları; bu esnada kadının aklını ve kararlılığını idrakten aciz zavallı kibirlerinin, onları nasıl da açığa düşürdüğünü ve stratejik düşünce yoksunlukları ile takılı kaldıkları taktikleri, onları sahte apoletlerinin söküldüğü yolun sonuna getirirken, tutunmaya çalıştıkları kumdan kalelerin düşüşünü anlattığım bir kitap yazacağım ileride. Bence tutar…

Kendini beğenmişlik, gerçeklerin şuurunda olabilmenin önündeki en büyük engeldir. İş dünyasında bu zafiyeti, sayısız defa ve ağırlıklı olarak erkeklerde gözlemledim ve tabii kaçınılmaz bitişlerini de… 

Ne yapalım, bu vak’aların hepsi, kitaba fayda…

Düne Gülümse
Yazı

Düne Gülümse

Bir anda oldu her şey
Apansız tükendi sevmeler
Gülüşler birden bitti
Birden bitti şiirler
Yığıldı ayaklarımın ucuna
Eskimiş sevişmeler
Öylesine çıplaktı ki
Üzerini örtmedi geceler

Nasıl uçtu delice
Taptığım o hayaller
Öylece yılgın şimdi
Soğuk yüzleşmeler

Arama, bitti
O yakıcı, bucaksız
Cazibeli güzellikler
O ses o nefes
O soluksuz özlemler

Bir puslu hatıra çoktan
Güzelliğe övgüler
Yarınlarda var mı bilinmez
Geçmişten sevinçler

Şu Kanadı Kırık Dünyamızda Danimarka Tarzı Mutluluk Diye Bir Şey Var
Yazı

Şu Kanadı Kırık Dünyamızda Danimarka Tarzı Mutluluk Diye Bir Şey Var

Hangimiz bu resimden yayılan keyif ve huzurun tüm yaşamımızı kapsamasını ve iliklerimize kadar bu dinginlikle sarmalanmayı istemeyiz ki… İnsanoğlunun duyduğu en büyük özlem, “mutluluk”. Gerçekten de sadece anı değil, bir ömrü mutlu yaşamak mümkün olabilir mi? Olabiliyormuş işte… Hep olduğu gibi sadece bireysel bir seçim yapmak gerekiyor. Mutlu hissedebilmeyi seçmek ve böylece yaşam felsefeni, zihinsel kurgunu, insanlara hoşgörünü, durumları değerlendirme ve olanı kavrama biçimini, tümüyle bu saadet üzerine kurmak. Bir küçük maliyeti bile yok üstelik. 

BM’nin 2016 “Dünya Mutluluk Raporu”na göre, dünyanın en mutlu insanları Danimarka’da yaşıyormuş. Denebilir ki, “Danimarka, insani gelişme endeksi çok yüksek ülkelerden biri, e tabii mutlu olurlar. Bizim hayalini dahi kuramayacağımız seviyede kişi başı milli gelir, yüksek yaşam standardı, uzun ve sağlıklı yaşam beklentisi, bilgiye ve eğitime kısıtsız erişim, doğum iznindeki kadınlara kesintisiz maaş ödemesi, çalışanlara haftalarca izin, sosyal, toplumsal ve siyasi etkinliklere katılım fırsatı, elde edilen gelirlerin bireyin doğrudan cebine girmesi değil de, toplumsal alanda dengeli dağılımı ve bireye yansıtılabilen kaynaklara dönüşümü, toplumsal çoğunluğun yaşam alanına katkı sağlayan büyüme, bireyin karar verirken seçeneklerini arttıran olanaklar yaratılması, yani kısaca insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri insani ortamların sunulduğu bir ülkede yaşamak, insanı nasıl mutlu etmez !.” Doğrudur, bir itirazım yok. Ama sadece bu mudur ?

Bakın özellikle son dönemde dünyaya da hızla yayılan bu Danimarka kültürüne özgü kavramın adına “Hygge” diyorlar. Bir yaşam felsefesine dönüşmüş durumda. Özü dostluk, sıcaklık, hoşgörü, muhabbet, basit zevkler, mum ışığı etrafında içten sohbetler, hoş kokulu ortamlar, sıcak çörekler, dumanı tüten kahveler, rahat giysiler, gösterişsiz misafirperverlik, kışın sıcak bir battaniyeye sarılarak, kendi huzurunuz ile yarattığınız ortamda kitap okumak, yatıştırıcı melodiler, iddiasız, zarif dost ortamları. Anın değerini bilmek, andan keyif almak ve bu anları halkalar gibi birbirine köprüleyerek bir ömür zinciri yaratmak. 

Peki, bu da mı parayla? İyi hissetmek, iyi insan olmak ve iyiliği yaymak, kişi başı milli gelirin yüksekliği ile mi ilgili? Hayır değil. Bu olumlu duygularla çevrelenmeye kalbimizi, fikrimizi açmakla ilgili. Ön yargılı olmamakla, kendinden olmayanı dışlayarak yoksun bırakmamakla, insana değer vermekle, çevreye, doğaya, her canlıya karşı bireysel sorumluluk taşımakla ilgili. Dünyanın daha iyi bir yer olabilmesi için kişinin ferdi katkısının şuurunda olması ile ilgili. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, engelli diye ayırmadan önce sadece “insan” diyebilmekle ilgili. Dünyada yoksulluk ve açlık olduğu gerçeğini unutmadan, taşkın bir oburluk, bencillik ve kibir ile yaşamamakla ilgili. İyi niyet taşımak, “Peki ben toplumun refahı için küçücük de olsa ne yapabilirim” demekle ilgili. Bunun tartıda bir ölçüsü yok. Ölçüsü vicdan, ölçüsü ahlaki değerlerimizin yalınlığı.

Kaçımız birimizin başarısını, “Neden ben değil de o” demeden, gerçekten gönülden kutluyoruz; kaçımız birimizin çocuğu başardığında, “Neden benim ki daha başarılı değil” demiyoruz; kaçımız binbir özveri ile yapılan bir düğünden dönüşte, burun kıvırarak, ikramda kusur bulmuyoruz; kaçımız bir arkadaş evinde ağırlandığımızda, “Nereden bulmuşlar böyle ev alacak parayı” demiyoruz; kaçımız, bir diğerinin eşini, sevgilisini, kendimizin ki ile kıyaslayıp, “O neden daha şanslı” demiyoruz. Neden, bir başkası için de, kendimiz için olduğu kadar gönülden sevinip, gönülden üzülmüyoruz. Neden başkalarının hayatlarında olan iyi şeyleri, kendimize de bir armağan olarak kabul etmiyoruz ya da neden başkalarının dertlerinden, kendi korunaklı sığınaklarımıza saklanarak, kaçışıyoruz.

Onlarca örnek verebilirim. Her şey insanın kalbinde, özünde bitiyor. Şüphesiz içinde yaşadığımız toplumun kültürü, normları, değer yargıları, medeniyet düzeyi, etkileşim içinde olduğumuz sosyal çevremiz, geçmişimiz, bizi yetiştirenlerin kendi geçmişlerinden bize taşıdıkları, korkularımız, endişelerimiz, gelecek kaygılarımız, hepsi yaşamımızı sürdürme biçimimizde bir etken. Yadsıyamayız ama en azından kendimizi geliştirebiliriz, değişebiliriz. Daha huzurlu olabilmenin yolu, kendi ruhlarımızı iyileştirmekten ve bizi kemiren bencillikten özümüzü ayıklamaktan geçiyor. 

Ben, maruz kaldığımız her zorluğa rağmen, iyiliğin özden geldiğine ve hayatın hesapsızca sunduğumuz kadar bize aynı bereketle döneceğine inananlardanım. Önce iyi insan olmalı şu hayatta. Temiz bir nefes gibi, ferah bir kalp barındırmalı insan göğüs kafesinde. O zaman neden bu kadar uzağımızda olsun ki saf mutluluk, gerçek dostluk ve huzurla bezenmiş anlarla dolu bir ömür…

Yorum
Yazı

Yorum

Anlatmadım, duydun sandın
Söylemedim, bildin sandın
Taştı gözlerim
Ağladım sandın
Ben gittim
Kaldım sandın