Küçük oğlum dedi ki, “anne, seninle tanıştıracağım kız arkadaşlarımda neyi hatalı sayacağını biliyorum”. “Neyi?” dedim. “Köfteyi, çatalının kenarı ile keserse; ekmeği ısırarak yerse ve bıçağını ağzı ile sıyırırsa!”. “Doğru ama bu koşulları sıraladığımı hatırlamıyorum” dedim. “Sıralamadın ama çocukluğumdan beri bunları yapmamamı tembihleyerek yetiştirdin beni” dedi. İtiraz edemedim, haklı çocuk. Samimiyet ve sahicilik ile bilgisizliği birbirinden ayırt etmek gerekir.
Belki de hiç deneyimleme fırsatım olmadığı için hayattaki özlemlerimden biridir; dönüşmemiş ve masumiyetini kaybetmemiş bir köyde, bir zaman aralığında yaşamak ve geleneklerin sıcaklığında bir köy evinde ağırlanmak. Sedirinde oturmak, kurulmuş yer masasında aynı pilavı tahta kaşıkla bölüşmek. İnanıyorum ki, bunun vereceği haz en mükemmel ziyafet sofralarında dahi bulunamaz çünkü hakikidir etrafında toplanan insanların aynı sofrayı, aynı ekmeği paylaşmaktan duydukları mutluluk. Saç üzerinde pişmiş lavaşın dumanı tüterken, ortadan koparıp yemenin keyfi, başka ne ile kıyaslanabilir? Öyle bir masada çatal solda, bıçak sağda düzeni aramak, gülünç ve hayatın kendisi ile uyumsuz kaçar şüphesiz. Koşullar neyi gerektiriyorsa, uyum da ona göre olmalıdır. Bu sebeple yerel geleneklere bağlı kapsayıcı adetlerden ya da yoksunluğun bir tarhana çorbası kaynatamadığı ocaklardan bahsetmiyorum ben; bu konular derin ve yazının tamamen ekseni dışında.
Benim bahsettiğim modern dünyanın ortak normlarına dair. Bir yemekte bir araya gelindiğinde, ki ister arkadaşlarla ister aile arasında yenen bir yemek olsun ya da bir iş yemeği niteliği taşısın, bazı ortak paydalar gözetilmediğinde, paylaşılan sofra iştah kaçırıcı olabiliyor. “Ne olacak biz bizeyiz” özensizliği ile ya da “kim dikkat edecek ki sanki!” aymazlığı ile ağızda koparılan ekmek, kocaman lokmalar çiğnenirken konuşmaya devam etmek, ağızda kürdanı çevirip durmak, bıçak kullanmak yerine ekmek ile ittirmek, zaten bıçak diye bir şeyi masaya dahi getirmemek, çekirdeği ağızdan tabağa çıkarmak, hatırı sayılır büyüklükte börek dilimlerini çatal ile servis edip, ısırarak yenmesini beklemek; “balık elle yenir” diyerek, neredeyse kılıç balığını bile elle yemek!; ille de bir sofra adabından bahsedeceksek, doğrudur, gözüme batar. Bu ve daha saymadığım, yemek masalarında sergilenen nice özensizlik ne maddi imkanlarla ilgilidir ne de “kasmaya lüzum yok” kayıtsızlığına sığınmak kolaycılığı ile. Bu, bildiğimiz bilgisizlik ile ilgilidir.
Denilebilir ki, şu hayatta ne doğru ne yanlış? Neye göre doğru, neye göre yanlış? E işin karşı tezine gireceksek, bin tane örnek sıralarım ben de. Kent yaşamında neden sokakta pijama ile gezmiyoruz; neden karşımızdakinin yüzüne hapşırmıyoruz; neden üstümüzü sokakta değiştirmiyoruz; neden başkasının çorbasına tuz bocalamıyoruz; neden sıra bekliyoruz; neden park ederken iki kişilik yer işgal etmiyoruz; neden birilerine dil çıkarmıyoruz (ki, Einstein yaptı diye o kadar sıra dışı ve tuhaf buldular ki, yüzyıldır aynı fotoğrafı kullanıyorlar).
Medeniyetin getirdiği, bazı genel geçer kabul görmüş normlar vardır. Her şeyi duvar yazılarında bulmak ya da birilerinin satır aralarında aramak mümkün değildir. Bir sosyal çevre içinde yaşadığımıza göre bilgi, gözlem, deneyim, saygı, nezaket gibi alt yapılar oluşturmak, geliştirmek, okumak ve bu kazançların ışığında, ortak alanlarda özenli davranmak, öncelikle kendimize karşı saygıyı gözetmektir.
Neyse, demem odur ki, sohbet etmeyi ve yemek yemeyi bilen biri ile sofra paylaşmanın keyfine diyecek yoktur; bilmeyen ile de mideniz ağzınıza gelir. Ne demiş atalarımız, “bilenle taş taşı; bilmeyenle bal yeme…”