Hep böyle hissediyorum diyemem ama kimi zaman hayat, önümde bir serap gibi buğulu ve belirsiz, gözden hızla kayboluyor; ben ise durmaksızın gerisinde kalıyorum, yetişip yakalayamıyorum ve hiç yetişemeyeceğimi bildiğim bir hisle, fasit daireler çiziyorum.
Öyle bir yetememe duygusu ki bu, tamamen çıplak bir yüzleşme hali. Dünyanın hiç bir yerini görmemişim; binbir çeşit ırktan insanla kucaklaşmamışım; tabularımı yıkamamışım; kendimi yaptığım her hangi bir seçime bütünüyle adamamışım; hiç bir ideal için ölmeye hazır olmamışım; özgürlük için savaşmamışım; hiç kitap okumamışım; sayısız iç savaşta katledilen sivil halka, hayatları ellerinden alınan çocuklara, dünyanın gözü önünde tecavüze uğrayan kadınlara, evsiz yurtsuz kalan insanlara, mazlumlara hiç ağlamamışım, bu acıların neden yaşandığını hiç kavramamışım; dünyayı değiştirebilirken, hayata seyirci kalmışım ve ömrümü böylece tüketmeye yaklaşmışım gibi bir his. Başaramamış olma hissi. Dünyada, karbon izinden başka bir iz bırakamamış olma bedbahtlığı.
Tanıyanlar diyebilir ki, “Bizim adını bile duymadığımız milletlerden senin sayısız arkadaşın oldu. Din, dil, ırk ayrımı dayatmayan, bağnazlık nedir bilmediğin bir çeşitlilik içinde büyüdün; nereye bağlandıysan orada kök salmadın; yeni kültürlere uyumla geçti büyümeyi sürdürdüğün gençlik yılların”… Doğrudur ama demek istediğim bu değil ki… Anlatmaya çalıştığım “normal nedir” sorusunun cevabını aramadan, şablonları kabullenerek var olmayı sürdürmek ve bunun yarattığı konforun sığınağında yaşamak. Kendini tekrarlayan bir döngünün içinde öğütülmek.
“Dünyayı gezdim” diyen insanların çok yıldızlı otellerde konaklayıp, turist rehberlerin eşliğinde timsah kafası okşamalarından; gurmelerin, sıradan öğünleri olan insanlara, özenle ağırlandıkları restaurantlarda, seçkin lokal tatları iştahla anlatmalarından; entellektüellerin, hayatlarında bir defa dahi ellerini taşın altına koymayıp, sözde zaman yaratarak oysa çoğunlukla bencilce açığa çıkardıları zaman dilimlerinde okudukları kitapların kibiri ile durmaksızın siyasi, edebi, ateist ahkam kesmelerinden; çevreciyim diyenlerin Madagaskar’da demirledikleri teknelerinden dalış yapıp, gördükleri zararsız üç beş renkli sualtı canlısının fotoğraflarını paylaşmalarından bahsetmiyorum ben…
Oysa öyle insanlarla aynı evreni paylaşıyoruz ki, onlar “normal olan nedir?” sorusuna, “anormal olan normaldir” cevabını veren kaşifler. Varoluş gerçeğini arayanlar onlar. Yaşamdaki hedefleri bir çokları için aykırı; kendilerini gerçekleştirme yolculukları bambaşka; doğayı, evreni tanıma azimleri olağandışı; topluma hizmet için adanmışlıkları ölesiye; dünyayı keşfetmek için altını üstüne getirme savaşları yenilmez. Nasıl anlatsam “sınır tanımayan doktorlar” mesela ya da Bengal kaplanlarının veya ne bileyim Sarus turnalarının nesli tükenmesin diye korunmalarına hayatlarını adayan gönüllüler veya kayıp bir medeniyetin peşine düşen isimsiz arkeologlar yahut gezegen yaşamaya devam etsin diye sera gazı salınımının azaltılmasına ömürlerini verenler; Aborjinlerle ana karayı geçenler ya da insanlığını anlamlandırmak için Antarktika’da bir uçtan bir uca, solo yürüyüş yapanlar; uzar gider bu liste…
O mavi saçlı kızı düşünüyorum ne zamandır. Çoğunluğu kendi yaşıtı o uğultulu kalabalık arasında ayrık otu gibi duran o naif genç kız. Kimin gözüne çarpsa, adına üzüldüğü, buhranlı olduğuna inandığı, güzel bulmadığı, anormalliğine acıdığı, kendilerinden olmayan kız. Oysa kavramıyorlar ki, aslında tek başaranımız o. “Hepiniz birbirinize benziyorsunuz; isyanlarınız bile aynı” diye sessizce ruhlarımıza haykıran o. Onu her yerinden yaralayarak kanatan dünyayı tek başına kucaklayabilen o.
Sen saçını maviye boyadın mı hiç? Dünyayı özgürce ve matemsiz, maviye boyayan o…
Görsel © by ABitofWhimsyArt