Author: İlkşen (İlkşen Çetintaş)

Home / İlkşen
Sendrom
Yazı

Sendrom

Kentliye ne de yakışır, “sendrom şımarıklığı. Yeni bir haftaya uyandığında işi, gücü, geliri bir de sendromu vardır. Elinin altındaki konfor alanını iyice sağlama alıp, şöyle bir dudak büzer… Pazar akşamından başlamıştır, Pazartesi’ye sataşmaya. Oysa onun, ertesi günün tasasız aydınlığına burun kıvırdığı, “ne çabuk geçti hafta sonu” diye yakındığı tam da o dakikalarda, aklına dahi gelmez nice kadının aynı zaman diliminde tecavüze uğramakta olduğu, şiddetin en ağırına direnmeye çalışırken, çığlıklarını kimsenin duymadığı öldüren darbeler aldığı; kaçırılmış nice çocuğun tam o dakikalarda en ağır sapıkların tacizi ile ruhlarının çırpınarak ezildiği; aile içinde ensest kurbanı o masum yavrulara tam da o saniyelerde, karanlık köşelere sıkıştırılarak, en yakınları eliyle en aşağılık insanlık suçunun işlendiği; kandırılmış, mecbur edilmiş, sığınacak çatısı kalmamış kaç genç kadının daha, fuhuşun çamurlu çıkmazına o dakikalarda girdiği; kaç gencin tam da o zaman uyuşturucuya saplandığı;  minicik kalbi korku ile kasılmış çocuk gelinin ucunda oturduğu yatağın, o saniyelerde kanlı çarşafa bulandığı… 

Yeryüzünde çok fazla acı var, ızdırap ve keder var; seninle aynı anda aynı havayı soluyan ama aynı hayatı insanca yaşayamayan; insanlık onuru, gelecekten ümidi, bir küçük sevinci elinden alınmış; bedeni, benliği, varlığı zulüm gören milyonlarca mağdurla aynı evreni paylaştığını unutma. Düşün bunları, duyumsa; tek bir defa, tam şimdi, şu anda gözlerini kapat, sakin kal; çarpan kalbini dinle önce ve sonra yüreğini aç sonuna kadar. Duyabiliyor musun çığlıklarını, yakarışlarını, korkusunu, acısını tam da şu anda hayatı elinden alınmakta olan nice kadının, çocuğun, gencin… Duy ve gitmesin kulağından acının sesi; hatırlatsın sana gerçeğini hayatın, sen giderek daha gözü kararmışçasına her öykündüğünde, sahip olduğundan daha fazlasına…

Ölümün Kucağında
Yazı

Ölümün Kucağında

Kabullenişin hükümranlığındayım
Ne tuhaf
En beklemediğim anda
Dönüştü birden kavgalarım
Yüzüme çarpıyor yanılgılarım
Özüm tek sırdaşım

Böyle uzlaşmazdım ben
Bu sükunet neden
Durdu mu yoksa nabız atışlarım
Yaşam kumdan ıssız kale
Sahici dostlarla vedalaşmalı mıyım

Hızlı geçti ömür dedikleri
Gizli tükenişimdi görmedikleri
Yorgunum, hevesim yitik
Demek ki artık bitti
Ümitlerim yılgın
Yaşamak delilikti

Dua
Yazı

Dua

Hayata karşı duruşunda, “deneyimlediklerimden öğreniyorum” diyebildiğin sürece güçlüsün. Canının acısına kulak asma. Geçecek, sen büyüdükçe. Şimdi camları aç, içine derin, temiz bir nefes çek ve hayatın ne kadar yaşanmaya değer olduğunu ciğerlerinde hisset. Zamanın senin adına en adaletli biçimde çalıştığını ve sessiz tanıklığını duyumsa. Sakin ve huzurlu kal. Kendini çok sev. Tanrı’ya, seni her gün arındırdığı ve yanında sadece saf iyilik barındıranları muhafaza etme muhakemesi bağışladığı için şükret… 

Prangalıdır Aşk
Yazı

Prangalıdır Aşk

Hangisinin sen… “Çok mu aşık, çok mu seven?”…

“Birbirlerine çok aşıklar” denen çiftlerin aynı tornadan çıkmış kalıplar içine sıkışmışlıklarına içim acımıştır hep. Bir başına birey olamama hali ve diğerinde kendi yarısını aramak, kişinin acizliğidir. Aşkı, kendine benzer birini bulmuş olmakla tariflemek ise, en büyük kolaycılık. “Ruh eşimi buldum” diyenler, yaşamlarında yazık ki, sahici aşkı bulamamış olanlardır. Oysa insan, varlığının bütünlüğünü koruyarak da sevebilir pek ala; kendini yarıya bölerek, diğerinin yarısından bütüne gitmek, kendini eksilterek çoğaltmaktır. Bir şeyler noksan kalır…

Bir ilişkiyi yürütürken kim istemez ki kendi gibi düşünen, kendi gibi davranan, aynı şeylerden zevk alıp, aynı şeylerden haz etmeyen biriyle olabilmeyi. Çatışma yok, anlaşmazlık yok, kendini ifade edebilme mücadelesi yok, karşındakini tanımaya çalışma yetisini geliştirme derdi yok. O senin ruh ikizin nasıl olsa, koşulsuz diğer yarın; sen neysen O’da O’dur konforu, ne de caziptir… Oysa işin özü başkadır göründüğünden. İlişkilerini mükemmel bir uyumla yürüttüğü algısı yaratan çiftlerden biri aslında diğerine koşulsuz aşık olan, diğeri ise kendine aşık olanı belki de bir lütuf ile seviyor olandır. Karşılıklı bir aşktan söz edebilmek, inandırıcılık ister…

Benim şiarım, Louis Aragon’un “mutlu aşk yoktur ama ikimizin aşkıdır bu yine de” yalınlığıdır. Her ne kadar burada tariflenen mutsuzluk, II. Dünya Savaşı’nda, Almanların Fransa’yı işgalinin yarattığı mutsuzluğun gölgesinde, bireylerin mutluluğundan bahsedilemeyeceği olsa da, nihayetinde işin aslını en çarpıcı biçimde anlatır. Ki Aragon dahi gerçek aşkı bulamamış, kırk iki yılını birlikte geçirdiği Elsa’yı ölürcesine severken ve uğruna yazdığı şiirler, nice kadını kasıp kavururken, Elsa’nın sadece sevilmeyi sevdiğini, karısının ölümünden sonra acı biçimde öğrenmiştir. Onları birbirine bağlayan da, işte bu birinin diğerine tapınma hali olmuş ve böylesine aşık bir şair dahi, karşılıklı aşkı bulamamıştır.

Aşk tek taraflı olabilir şüphesiz ancak bu da anlamlı bir bütün oluşturmaz. Nadir bulunanı, karşılıklı olanıdır. Çok bağlı olmak ya da onsuz yaşayamamak hatta uğruna canını vermeye razı olmak, derin bir sevgiyi tarifler ancak aşkı anlatmaz. Böylesi yoğun bir sevgiyi bulmak da zordur şüphesiz ancak nadir değildir. Ender bulunan aşktır ve o kadar az rastlanır ki, insanlar duydukları büyük sevginin aşk olduğu kabulü ile yaşarlar; oysa bu bir avuntunun gölgesinde saklanmaktan başka bir şey değildir.

Şüphesiz ki, aşkın temelini mutsuzluk oluşturur ve bu kaide, sökülüp atılamayacak kadar derindedir. Aşk, insanın zihnini kemirerek, irade gücünü tüketerek, kalbini oyarak, kendine yer edinir ve durmaksızın acıtır. Aşk, kaybetme korkusu ve bu duygunun kalıcılığının endişesi ile beslenir; bu sebeple mutluluk daima andadır ve sürekliliği yoktur. “Çok aşığım, midemde kelebekler uçuşuyor” hissi, bir sanrıdan ibarettir, tamamen yüzeyseldir ve o kelebeklerin verdiği mutluluk, ömürleri kadar kısadır. Aşk, bireyin bilinç altında, aslında varlığının taşıyamayacağı kadar büyük bir ağırlıktır. Verdiği haz, can yakar.

Birinin diğerine duyduğu hisler, ne kadar tarifsiz hoşlukta olsa da, benliğini yakmıyorsa, o aşk olabilir mi… Böylesi yoğunlukta duyguların anlam karşılığı sevgidir, bağlılıktır, adanmışlıktır, sahiplenmedir belki ama aşkı anlatmaz. Aşkta itirafsız bir teslimiyet vardır da, kimliksiz bir itaat yoktur… İşte çoğunlukla taraflardan birinin diğerine biatı üzerine kurulu ilişkiler, ilişkiyi sürdürebilmek ve sevdiği kişiyi kaybetmemek adına bir özveridir ancak aşk, başka bir şeydir; durmaksızın içine çeker girdapları…

Birey, aşkın yarattığı bağımlılığa karşılık öz savunma mekanizması geliştirir ve kendi içinde ardışık bir gitme istemi barındırır. Gözlerini kapamak, geride bırakmak ve öylece gitmek… Ne var ki, özgür bireyin bu hali, ikircikli durumunu reddederken, eş zamanlı kabullendiği bir duygu sarmalı içinde hükmünü aralıksız sürdürür. Bağımlılığı reddetme boyutu, bireyin aşkının da büyüklüğünü anlatır. Üzerine kahve dökülmüş bir küçük kağıt parçası, boyası kalkmış bir toka ya da ucu kemirilmiş bir kalem dahi, aşkın iliği kemiği oluverir. Hatırlatan, anımsatan ne varsa, can bulur; ne atılabilir ne savrulabilir en alelade nesneler bile; ete, kemiğe bürünür, zihninin duvarlarına yapışır.

Aşk, derin bir tutku ve bu hezeyanın beraberinde getirdiği büyük kavgaların barınağıdır. Bu sebeple ne sürekli bir uyum ne de aralıksız bir öfke hali baskındır. Çünkü biri sıkıcı diğeri ise kavgacı olmaya yönelimdir ve her iki durum da aşkı beslemez. Aşkın kendi içinde, plansız ve hesapsız bir dengesi vardır. Varlığı hesaplanabilir olduğunda, kavuruculuğu da sönmeye mahkumdur. Göz önünde yaşanan, birbirlerini diğerlerinin yanında iltifatlara ve öpücüklere boğanlar; durmaksızın ilan-ı aşk edenler, ilişkilerinde ispat ve gösteriş ihtiyacı barındırırlar ki, bu dahi tutkunun asaletini taşımaktan uzaktır.

Aşkta sürekliliği olan yegane duygu “özlemdir”. Onu hep ve sarsılarak özlemek… Uzaklıkla ilgili değildir özlem. En çok da yanındayken özlenir; tuttuğu avuçların yanarken özlenir, en şiddetli kavgaların ortasındayken özlenir, bırakıp giderken özlenir, dönüp kavuşurken özlenir. Aşk yetinememe halidir.

“Birlikte ilk aylar, haydi belki ilk bir kaç yıl aşk vardır sonra sevgiye dönüşür” anlayışı, fikrime egemen olamaz. Aksine, aşk demlenir. Zaman geçtikçe daha çok ve daha tarifsiz bir kıvam alır. “Aşkımız yerini sevgiye bıraktı” diyenler, aşkı hızlı kalp atışları düzleminde yaşamış, bilinmez inlerine girememiş olanlardır. Aşkın ne yaşla doğrusal bir ilişkisi vardır ne de beraberliğin uzun yıllardır devam ediyor olması ile. Tamamen özgün ve koşullardan bağımsızdır.

Birinin diğerine duyduğu sahici aşkta, genel geçer görüş birliğinin kısıtlayıcılığı da yoktur. Güzellik, akıl, yetenek, cazibe bir ön koşul oluşturmaz. Mecnun’un, Leyla’ya aşkı efsanedir de, ne Leyla’nın çehresini biliriz ne de Mecnun’un. Leyla için “ama çirkin” dendiğinde, “onu bir de benim gözümle görün” diyen Mecnun, aşkın bir kalıbı olamayacağını, en naif korumacılıkla anlatmıştır.

Kendi çalkantısında sarsılır her aşık.

Ne dediğim mutlaktır elbette, ne de itiraz eden haklıdır. Masumiyetle sor kendine sadece, hangisisin sen; “çok mu aşık, çok mu seven ?” Yanıtın, kendi doğal tarifini yaratacaktır, hislerinin…

Prangalara vurulmuş yaşamaktır aşk; senin savurduğun anahtarı denizlerin dibinde yosunlu bir deniz kabuğunun arasında öylece sıkışmış, soluksuz…

Aşk
Yazı

Aşk

Karanlıktı ışıklar
Bir parladı, bir söndü gözlerin
Ele verdi mecnun çehreni
Ben gördüm
Sen göremedin

Mumlar döşedim geceye
Yansıdı aynaya alaca öpüşlerin
Titredi kalbim avuçlarında
Uzağına düştüm hüzünlerin

Olmuyor Ki
Yazı

Olmuyor Ki

Gidemedim
Ürkekti cesaretim
Boğucu bir yalnızlık özgürlük
Suskun geceleri bileyemedim

Meltemler sıcak esmiyor
Sen tutunmadığında göğsümde
Irkçı bir hırçınlık barındırır
Yoksunluğun şehrimde

Uzaklarına Tutunuyorum
Yazı

Uzaklarına Tutunuyorum

Ne kadar yalın, o kadar karmaşık olanı severim. Kendisini anlatmadıkça çoğalan, sen sustukça seni duyumsayan, ruhu kimsede benlik bulmayan, ıssızı severim… 

Kuşatılsam nicesi tarafından, o uğraksız gezgini tanırım. Nefesi dolanır boynuma, tutunmayışından tanırım. Ait olmayışından tanırım; söylemediklerinden tanırım; kendisine yabancılığından tanırım; kendisini görmezden gelişinden; biricikliğini bilip de, bildiğini önemsemeyişinden tanırım. Erişemeyişim, kederlendirir; dokunabildim zannederim, değemediğimi anlarım. Elini uzatır, tutamadığımı kavrarım. Ağladığında kucaklarım da, sadece kendine sığındığını özümserim; suskunluğunu taşırım en derinlerde; taşıdığımı kabullenişini bilirim. Barındırdığı yalnızlık, kalabalıkların arasında saklanır; hüznüm peşi sıra varlığı ile kutsanır.

Böyle sarmasa yoksunluk seni keşke; uzaklara demirlemese gözlerin. Sen rengîm olsan, ben sana tutuşan rânâ. Barınmasan gölgesinde gamların. Bıraksan elemi, akışa karışsa; hep bir anlam aramasan olanda. Yahut ben, öyle mutlu olabilsem ki keşke, ikimize de yetse yarenliği. Dünya taşsa avuçlarımızdan, kâniata sığmasa ayş’ımızın her bir zerresi. Ne var ki, ezeli beslediğim keder, benden kopabilir mi? Mutluluk anda ve an zamansız bir sevgili; kapıldığında terk eden, geçmişe dönüşen bir silüetin esareti. Böylece taçlandırdığım hüzün, taşkın bir aymazlıkla bizi kuşatabilir mi. İbaret olabilir miyiz mutluluktan; bu olmaz bir ümidin pençesi değil mi… 

Seni tanıyorum, sen bensin biliyorum. Ulaşamayışım sana bundan. Sen anlatamadığım, sen haykıramadığım, sen bağlanamadığım gerçekliksin; uzaklıksın, yakınsamasın, herkesten gizli. Yoldaşlığın suskun, hep vazgeçmeye meyilli. 

Defalarca gittim de, bilinmedi gittiğim. Sen ise hep oradaydın; karşıladın gelişlerimi ve uğurladın dönüşlerimi. Aitsisiz biz; kutsamışız hiçliği. Sen gelirken dönenim ve sen dönerken gidenim ben. Bir yerinde zamanın kesişeceğiz elbet; bana göre geç, sana göre erken…

Kırmızı
Yazı

Kırmızı

Senin olsun dedi
Benim oldu
Zamana sıkıştı an
O unuttu
Unutmadı anı taşıyan zaman

Kim Bilir
Yazı

Kim Bilir

Çağırsaydın gelir miydim
Çağırmadın, bilemedi

Sevseydin, beklenir miydin
Söylemedin, öğrenemedin

Kızılında akşamların buluşsaydık
Yıldızlar dolardı gözlerime

Baksaydın görür müydün
Bakmadın, göremedin

Gidesim Var
Yazı

Gidesim Var

Bir seyahate çıksam, bilmesem ama nereye gideceğimi. Bir tren seyahati olabilir mesela. Rastgele bir yöne doğru bilet alsam. Ama son durakta inmesem. Yol üstünde herhangi bir istasyonda öylece buluversem kendimi. Ne sırt çantam olsa ne de bir harita ya da bir rehber elimde. Sadece tek bir yazarın yoldaşlığı olsa yanımda; o da Tezer Özlü olsa usulca. Arayışının ve saklı hüznünün bitmediği kısacık yaşamında acısı hafifler mi acaba ruhunun, tekrar tekrar okusam nasıl hırçın örselediğini onu hayatın… 

Yürümeye başlasam daracık patikalarda, sonra giderek genişlese ufkum. Böylece yol alsam. Kimseye sormasam nerede olduğumu ve tabelalar olmasa yollarda. Kimse farkıma varmasa ve ben kimsenin farkında olmasam. Gözlerim kapalı, öyle bir nefes çeksem ki içime ve öyle bir hava sarsa ki ciğerlerimi, bilsem nihayet vardığım yerin Ayder yaylası olduğunu veya ne bileyim Pokut belki de. Ne arada vardım Çamlıhemşin’e; anlamak için uğraşmasam. Zihnimin özlemi ne ise, vardığım yer orası olsa. 

Öyle aksaki zaman, herkes bıraktığım yerde kalsa ama ben ötesine geçsem. Mekansız, duraksız, izdüşümsüz aşsam ayaz seherleri. Yokluğum bilinmese, kimse peşime düşmese ve böylece kimsenin kaygıları için üzülmesem. Öyle hafiflesem ki, yükünü taşımak duyguların nedir unutsam. Ne ölüm eksiltse, ne yaşamak yüceltse benliğimi. Şu sonsuz evrende nokta bile değilken, sitemsiz açsam kollarımı ezele; evreni içime sığdırsam ve sonra içinden taşsam evrenin. Zaptedilemez biçimde çoğalsam; başlasa dönüşümü nefsimin, yaradılışın özüne. Görünmeden kimseye, akışın kendisi olsam…