En son ne zaman, tüm benliğine yayılan huzurun dinginliğinde, yaradılışına minnet duydun? Sanki, bedenin sana ait değilmiş ve ruhun bir tüy hafifliğinde, avuçlarından esen meltem rüzgarlarına kapılıp, gözden kaybolmuş gibi sonsuz evrene karıştın?. Fakat, yanıtlamadan önce iyi düşün. Anlık bir hazzı tariflemek değil benim seni de içine çekmeye çalıştığım… Yalın bir akşamüstü, elinde sana anı unutturan bir romanın, zamanın akışını hızlandıran gerçek üstülüğü ya da kulağına çalınan Stavroz’un tüm huzursuzluğuna perde çeken minimalist ritmi değil duyumsamanı istediğim. Sevdiklerinin yanında ve güvende olmaları ya da aynaya baktığında gözlerine yansıyan ve sadeliği ile hoşnut kaldığın aydınlık çehren de değil… Ne, kırlangıçların göçünü izlerken mucizelere inanmak ne de kalbinde taşıdığın iyiliğin gücü ile yaptığın naif bir yardım da değil sana verdiği huzuru tariflemeni istediğim. Sana, pürüzsüz bir tenden yayılan sabun kokusunun genzine dolan ferahlığından ve seni dünyanın el değmemiş bir gezegen olduğuna inandırdığı saflığından da söz etmiyorum…
Ben sana sadece, senden bahsediyorum. Seni tüm dış etkenlerden soyutlayacak ölçekte bir özgürleşmeyi anlatıyorum. Yeteneklerinden, vicdani değerlerinden ve idealizminden dolayı üstlendiğin sorumlulukların seni giderek ele geçirmesi ve sana dayattığı mecburiyetlerin yükünden nihayet arındığın bir özgürleşme hali. Varılması zor bir hedef. Ancak azimle mümkün olabilen, bağları koparabilme gücüne erişmek. Önce mutlak inançla karar vermek ve sonra adım adım gerçekleşmesine doğru yol almak. Her adımda daha fazla yeniden kendin olmak ve nihayet kendi öz değerini kutsayarak, bu değere katkı sunmayan dipsiz bir boşluğu, kendi kısır döngüsünde geride bırakmak. Hiç kimse ve hiç bir ideal uğruna değil, tek sefer dahi olsa kendin için nefes almak ve özgürlüğün göğsünde, huzurla sarmalanmak…
Şimdi artık az kaldı, dünya ile tekrar kucaklaşmaya…