Prangalıdır Aşk

Prangalıdır Aşk

Hangisinin sen… “Çok mu aşık, çok mu seven?”…

“Birbirlerine çok aşıklar” denen çiftlerin aynı tornadan çıkmış kalıplar içine sıkışmışlıklarına içim acımıştır hep. Bir başına birey olamama hali ve diğerinde kendi yarısını aramak, kişinin acizliğidir. Aşkı, kendine benzer birini bulmuş olmakla tariflemek ise, en büyük kolaycılık. “Ruh eşimi buldum” diyenler, yaşamlarında yazık ki, sahici aşkı bulamamış olanlardır. Oysa insan, varlığının bütünlüğünü koruyarak da sevebilir pek ala; kendini yarıya bölerek, diğerinin yarısından bütüne gitmek, kendini eksilterek çoğaltmaktır. Bir şeyler noksan kalır…

Bir ilişkiyi yürütürken kim istemez ki kendi gibi düşünen, kendi gibi davranan, aynı şeylerden zevk alıp, aynı şeylerden haz etmeyen biriyle olabilmeyi. Çatışma yok, anlaşmazlık yok, kendini ifade edebilme mücadelesi yok, karşındakini tanımaya çalışma yetisini geliştirme derdi yok. O senin ruh ikizin nasıl olsa, koşulsuz diğer yarın; sen neysen O’da O’dur konforu, ne de caziptir… Oysa işin özü başkadır göründüğünden. İlişkilerini mükemmel bir uyumla yürüttüğü algısı yaratan çiftlerden biri aslında diğerine koşulsuz aşık olan, diğeri ise kendine aşık olanı belki de bir lütuf ile seviyor olandır. Karşılıklı bir aşktan söz edebilmek, inandırıcılık ister…

Benim şiarım, Louis Aragon’un “mutlu aşk yoktur ama ikimizin aşkıdır bu yine de” yalınlığıdır. Her ne kadar burada tariflenen mutsuzluk, II. Dünya Savaşı’nda, Almanların Fransa’yı işgalinin yarattığı mutsuzluğun gölgesinde, bireylerin mutluluğundan bahsedilemeyeceği olsa da, nihayetinde işin aslını en çarpıcı biçimde anlatır. Ki Aragon dahi gerçek aşkı bulamamış, kırk iki yılını birlikte geçirdiği Elsa’yı ölürcesine severken ve uğruna yazdığı şiirler, nice kadını kasıp kavururken, Elsa’nın sadece sevilmeyi sevdiğini, karısının ölümünden sonra acı biçimde öğrenmiştir. Onları birbirine bağlayan da, işte bu birinin diğerine tapınma hali olmuş ve böylesine aşık bir şair dahi, karşılıklı aşkı bulamamıştır.

Aşk tek taraflı olabilir şüphesiz ancak bu da anlamlı bir bütün oluşturmaz. Nadir bulunanı, karşılıklı olanıdır. Çok bağlı olmak ya da onsuz yaşayamamak hatta uğruna canını vermeye razı olmak, derin bir sevgiyi tarifler ancak aşkı anlatmaz. Böylesi yoğun bir sevgiyi bulmak da zordur şüphesiz ancak nadir değildir. Ender bulunan aşktır ve o kadar az rastlanır ki, insanlar duydukları büyük sevginin aşk olduğu kabulü ile yaşarlar; oysa bu bir avuntunun gölgesinde saklanmaktan başka bir şey değildir.

Şüphesiz ki, aşkın temelini mutsuzluk oluşturur ve bu kaide, sökülüp atılamayacak kadar derindedir. Aşk, insanın zihnini kemirerek, irade gücünü tüketerek, kalbini oyarak, kendine yer edinir ve durmaksızın acıtır. Aşk, kaybetme korkusu ve bu duygunun kalıcılığının endişesi ile beslenir; bu sebeple mutluluk daima andadır ve sürekliliği yoktur. “Çok aşığım, midemde kelebekler uçuşuyor” hissi, bir sanrıdan ibarettir, tamamen yüzeyseldir ve o kelebeklerin verdiği mutluluk, ömürleri kadar kısadır. Aşk, bireyin bilinç altında, aslında varlığının taşıyamayacağı kadar büyük bir ağırlıktır. Verdiği haz, can yakar.

Birinin diğerine duyduğu hisler, ne kadar tarifsiz hoşlukta olsa da, benliğini yakmıyorsa, o aşk olabilir mi… Böylesi yoğunlukta duyguların anlam karşılığı sevgidir, bağlılıktır, adanmışlıktır, sahiplenmedir belki ama aşkı anlatmaz. Aşkta itirafsız bir teslimiyet vardır da, kimliksiz bir itaat yoktur… İşte çoğunlukla taraflardan birinin diğerine biatı üzerine kurulu ilişkiler, ilişkiyi sürdürebilmek ve sevdiği kişiyi kaybetmemek adına bir özveridir ancak aşk, başka bir şeydir; durmaksızın içine çeker girdapları…

Birey, aşkın yarattığı bağımlılığa karşılık öz savunma mekanizması geliştirir ve kendi içinde ardışık bir gitme istemi barındırır. Gözlerini kapamak, geride bırakmak ve öylece gitmek… Ne var ki, özgür bireyin bu hali, ikircikli durumunu reddederken, eş zamanlı kabullendiği bir duygu sarmalı içinde hükmünü aralıksız sürdürür. Bağımlılığı reddetme boyutu, bireyin aşkının da büyüklüğünü anlatır. Üzerine kahve dökülmüş bir küçük kağıt parçası, boyası kalkmış bir toka ya da ucu kemirilmiş bir kalem dahi, aşkın iliği kemiği oluverir. Hatırlatan, anımsatan ne varsa, can bulur; ne atılabilir ne savrulabilir en alelade nesneler bile; ete, kemiğe bürünür, zihninin duvarlarına yapışır.

Aşk, derin bir tutku ve bu hezeyanın beraberinde getirdiği büyük kavgaların barınağıdır. Bu sebeple ne sürekli bir uyum ne de aralıksız bir öfke hali baskındır. Çünkü biri sıkıcı diğeri ise kavgacı olmaya yönelimdir ve her iki durum da aşkı beslemez. Aşkın kendi içinde, plansız ve hesapsız bir dengesi vardır. Varlığı hesaplanabilir olduğunda, kavuruculuğu da sönmeye mahkumdur. Göz önünde yaşanan, birbirlerini diğerlerinin yanında iltifatlara ve öpücüklere boğanlar; durmaksızın ilan-ı aşk edenler, ilişkilerinde ispat ve gösteriş ihtiyacı barındırırlar ki, bu dahi tutkunun asaletini taşımaktan uzaktır.

Aşkta sürekliliği olan yegane duygu “özlemdir”. Onu hep ve sarsılarak özlemek… Uzaklıkla ilgili değildir özlem. En çok da yanındayken özlenir; tuttuğu avuçların yanarken özlenir, en şiddetli kavgaların ortasındayken özlenir, bırakıp giderken özlenir, dönüp kavuşurken özlenir. Aşk yetinememe halidir.

“Birlikte ilk aylar, haydi belki ilk bir kaç yıl aşk vardır sonra sevgiye dönüşür” anlayışı, fikrime egemen olamaz. Aksine, aşk demlenir. Zaman geçtikçe daha çok ve daha tarifsiz bir kıvam alır. “Aşkımız yerini sevgiye bıraktı” diyenler, aşkı hızlı kalp atışları düzleminde yaşamış, bilinmez inlerine girememiş olanlardır. Aşkın ne yaşla doğrusal bir ilişkisi vardır ne de beraberliğin uzun yıllardır devam ediyor olması ile. Tamamen özgün ve koşullardan bağımsızdır.

Birinin diğerine duyduğu sahici aşkta, genel geçer görüş birliğinin kısıtlayıcılığı da yoktur. Güzellik, akıl, yetenek, cazibe bir ön koşul oluşturmaz. Mecnun’un, Leyla’ya aşkı efsanedir de, ne Leyla’nın çehresini biliriz ne de Mecnun’un. Leyla için “ama çirkin” dendiğinde, “onu bir de benim gözümle görün” diyen Mecnun, aşkın bir kalıbı olamayacağını, en naif korumacılıkla anlatmıştır.

Kendi çalkantısında sarsılır her aşık.

Ne dediğim mutlaktır elbette, ne de itiraz eden haklıdır. Masumiyetle sor kendine sadece, hangisisin sen; “çok mu aşık, çok mu seven ?” Yanıtın, kendi doğal tarifini yaratacaktır, hislerinin…

Prangalara vurulmuş yaşamaktır aşk; senin savurduğun anahtarı denizlerin dibinde yosunlu bir deniz kabuğunun arasında öylece sıkışmış, soluksuz…