Ne kadar yalın, o kadar karmaşık olanı severim. Kendisini anlatmadıkça çoğalan, sen sustukça seni duyumsayan, ruhu kimsede benlik bulmayan, ıssızı severim…
Kuşatılsam nicesi tarafından, o uğraksız gezgini tanırım. Nefesi dolanır boynuma, tutunmayışından tanırım. Ait olmayışından tanırım; söylemediklerinden tanırım; kendisine yabancılığından tanırım; kendisini görmezden gelişinden; biricikliğini bilip de, bildiğini önemsemeyişinden tanırım. Erişemeyişim, kederlendirir; dokunabildim zannederim, değemediğimi anlarım. Elini uzatır, tutamadığımı kavrarım. Ağladığında kucaklarım da, sadece kendine sığındığını özümserim; suskunluğunu taşırım en derinlerde; taşıdığımı kabullenişini bilirim. Barındırdığı yalnızlık, kalabalıkların arasında saklanır; hüznüm peşi sıra varlığı ile kutsanır.
Böyle sarmasa yoksunluk seni keşke; uzaklara demirlemese gözlerin. Sen rengîm olsan, ben sana tutuşan rânâ. Barınmasan gölgesinde gamların. Bıraksan elemi, akışa karışsa; hep bir anlam aramasan olanda. Yahut ben, öyle mutlu olabilsem ki keşke, ikimize de yetse yarenliği. Dünya taşsa avuçlarımızdan, kâniata sığmasa ayş’ımızın her bir zerresi. Ne var ki, ezeli beslediğim keder, benden kopabilir mi? Mutluluk anda ve an zamansız bir sevgili; kapıldığında terk eden, geçmişe dönüşen bir silüetin esareti. Böylece taçlandırdığım hüzün, taşkın bir aymazlıkla bizi kuşatabilir mi. İbaret olabilir miyiz mutluluktan; bu olmaz bir ümidin pençesi değil mi…
Seni tanıyorum, sen bensin biliyorum. Ulaşamayışım sana bundan. Sen anlatamadığım, sen haykıramadığım, sen bağlanamadığım gerçekliksin; uzaklıksın, yakınsamasın, herkesten gizli. Yoldaşlığın suskun, hep vazgeçmeye meyilli.
Defalarca gittim de, bilinmedi gittiğim. Sen ise hep oradaydın; karşıladın gelişlerimi ve uğurladın dönüşlerimi. Aitsisiz biz; kutsamışız hiçliği. Sen gelirken dönenim ve sen dönerken gidenim ben. Bir yerinde zamanın kesişeceğiz elbet; bana göre geç, sana göre erken…